KIRAN DA OLSA KIRIL DÜŞ FAKAT EĞİLME SAKIN

7 Şubat 2010 Pazar

Modern nedir? Modern insan kimdir?

Modern sözcüğünün ortaya çıkış biçimine bakıp değerlendirerek genel bir modern tanımına ulaşabiliriz. Modern sözcüğü Latince “modernus” biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda resmen Hıristiyan olan o dönemi Romalı ve pagan geçmişten ayırmak için kullanılmış.[1] Latince kırda yaşayan insanı ifade eden “paganus” sözcüğü ise, bağımlılık ilişkilerine ön gelen bir kültürü ifade etmesi dolayısıyla başlangıçta kentlerde tutunan Hıristiyanlığa karşıt bir konumu ifade ediyor.
Paganlık bir din değil, büyüsel, çok inançlı bir sistemdir ve bu biçimiyle göreli soyut bir tanrıyı öngören Hıristiyanlıktan ayrılır. Dolayısıyla çok inançlılık, büyüsellik başlı başına kan bağına dayalı boy(kabile) topluluklarına aittir. Öyleyse modernus yani modern sözcüğü, kan bağına dayalı çok inançlı toplulukların gelişmeyi önleyen ilişkilerinin bir dirlik ve düzenlik sistemiyle(devlet) aşılmasını tanımlıyor.
Aşmak aynı zamanda yeniden oluşturmak, kurmak, her alanda köklü bir dönüşümün gerçekleştirilmesiyle üretici güçlere soluk aldırmak anlamını taşıyor. Açıkçası üretici güçlere soluk aldırarak, onların önünü açarak üretimi artırmak… Üretici güçleri geliştirmek… Biz moderni tarihte izlediğimizde de onu oluşturanların, kurucuların bu gelişmeyle övünç duyduklarını görüyoruz.
Buna göre ününü daha çok kanunlarından sağlasa da modernliğe yönelen ilk adımları atanlardan MÖ.1700’lerde devlet kuran Hammurabi’, çivi yazılı mektuplarında şöyle belirtiyor: “Sümer ve Akad bölgelerinin dağınık insanlarını topladım. Birlik ve düzeni getirdim, otlak ve sulama imkânları sağlayarak halkı refaha ve bolluğa kavuşturdum. Bölgede barış içinde yaşanan bir ortam yarattım.”[2] İşte aynen böyle… Görüldüğü gibi modern, halkı refaha ve bolluğa, bütünlüğe ve barışa ulaştırıyor. Üretimi düzenliyor, üretici güçlere soluk aldırıyor. Bolluk ve refahı getiriyor.
Büyük Hun hükümdarı Mao Tun(Mete) Hammurabi’den gerimi kalır. O da Çin imparatoruna yazdığı mektuplarında eli silah tutan Orta Asyalıların sulh ve sükunet içinde olduklarını ve bunun kendisi için kâfi bir saadet olduğunu belirtiyor.[3] Yani kabileler arasındaki yağma savaşlarına son verilmiş ve töre(yasa) işin içine girmiş. Devletin tohumu toprağa düşmüş. Demek ki modernlik yukarıdaki üç örnek için de belirtilebileceği gibi kabileden devlete sıçrayışla birlikte ortaya çıkıyor. Yani devletin demir pençeli eliyle.
Tanrı gibi tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan’ımız ise şöyle diyor:
“İnsanoğullarının üzerinde (de) atalarım dedelerim Bumin Hakan, İştemi Hakan (hükümdar olarak) tahta oturmuş. Tahta oturarak, Türk halkının devletini (ve) yasalarını yönetivermiş (ve) düzenleyivermişler.”[4]
“(....)Babam hakan, amcam hakan tahta oturduklarında dört bucaktaki halkları(bodunu)[5] defalarca tanzim etmiş, defalarca düzene sokmuşlar. (...)Ben de... dört bucaktaki halkları(tabi) kıldım. Başlılara baş eğdirdim, dizlilere diz çöktürdüm.”[6]
Görülüyor ki zenginlik barış düzenini zorunlu kılmış, barış düzeni zenginliği geliştirmiş. Devlet, ordusuyla birlikte özel mülkiyeti, bağımlılık ilişkilerini geliştiren, ticareti düzenleyen, denetleyen bir rolle ortaya çıkmış. Bilge Hakan’a da ancak kervanlar göndererek devlet olunabileceği kültürünü benimsetmek kalmış.[7] Demek ki zenginlik devletle, devlet zenginlikle birlikte var olabiliyor. Deyim yerindeyse devletçilik, uygarlığın motoru oluyor. Buna göre oluşan topluluğun ya bağımlılık ilişkilerini düzenleyen devleti olacak, ticareti örgütleyecek, katılarak geliştirecek ya da topluluk boylar olarak diğer ticaret uygarlıkları içine çekilip içyapıları bozularak özümlenip, tarihten silinecektir. Tıpkı milli devletler çağındaki gibi ‘ya devlet ya ölüm’ gibi bir şey…
“Kuşkusuz devlet, birbirlerine daha sıkı bağlanmış, doğayı fethetme, yani denetim altına alma ve düşmanlara karşı kendilerini koruma yetenekleri daha yüksek olan bir insan kitlesini temsil ettiği için çok daha yüksek bir türdür.”[8] Topluluğunu kabile sisteminden devletin ‘demir pençeli çağına’ sıçratarak, kültürüyle birlikte üretimi, ticareti, düzene ve disipline sokup, yasalara bağladığına göre Hz. Muhammed’de aynı kanıdadır. Öncü tutumuyla büyük bir ortaçağ uygarlığı yaratması da onun modernliğini yansıtıyor.
Modernliğin örneklerimizden görüldüğü gibi belli bir coğrafyaya bağlı olmadığı da anlaşılıyor. Yani belli dönemlerde belli coğrafyalar modernliğin temsilcileri olarak öne çıkabiliyor. Fakat şu kesindir ki modernliğin yaşandığı coğrafyalarda üretici güçler her alanda bir yükselişi yaşıyorlar. Arasız devrimlerle kendilerini geliştirebildikleri ölçüde de modern olarak nitelendirilmeyi hak ediyorlar.
Öyleyse buradan, oluş ve yükseliş döneminde üretici güçlerini geliştiren bir sistemin, daha sonra tıkanarak çaresizce bir ölüme yatma evresine geçebileceği de anlaşılabilir. Yani ekonomik sistemler de kendi içinde evrelenebilir. Modernlik taşlaşabilir. Öyle ki modern artık bir kabuk hatta bir yük haline gelebilir. Uygarlık merkezleri değişebilir. Boş yere günümüzde özel çıkar sistemindeki bu çürümüşlüğün üzerini örtmeye çalışan kültüre göz bağcılığıyla postmodern(modern ötesi) demiyorlar. Geçerken gericiliğin merkezini oluşturan sistemlerin kendilerini ancak böyle, yani ikiyüzlülükle haklılaştırabildiklerini de belirtelim.
Gördük ki üretici güçlerine açıkça yıkımı dayatan bir sistemi modern olarak tanımlayamayız. Artık dağılma ve çözünme evresi yaşanan emperyalist sistem kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın ancak kendi aklını bağlar. En azından bu toprakların Hoca Nasreddin’lerinin, Keloğlan’larının aklını değil…
Çünkü onlar üretici güçlerinin gelişmesinin engellendiğini yaşayarak görüyorlar. Üstelik soruyorlar: Hangi modern tanımına uyan bir toplumsal sistem, insanını yıkıma uğratıyor, intiharlara, tımarhanelere ya da hapishanelere yolluyor? Ya da raflarından insanlarına uyuşturucu veren dükkanlar açıyor. Kendi çocuklarını dahi bir cinsel nesne olarak değerlendiriyor. Onları etkin değil edilgin, kararsız bir sürü haline getirip aptallaştırıyor, dinginliğe mahkum ediyor.
Oysa modern insan edilgin değil, etkin, bağımsız karar sahibi insandır. İdeolojik bir yönelişle toplumun temel sorununu çözme pratiğine giren insandır. Fransızlar boş yere ilk anayasalarının üzerine(1791Anayasası) “insan derisiyle kaplanmıştır” cümlesini yazmamışlardır. [9] Modern insan gerektiğinde bedel ödeyecek cesarette olmalıdır.
Mustafa Kemal de böyle düşünmüş olacak ki bağımsızlık için ölümü göze alarak Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geldiğini belirtmiştir.[10] İşte modern insan budur. Bekleyen değil bilinçle oluşturan…
























































[1] Hans Robert Jauss’tan aktaran J. Habermas, Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje, Postmodernizm, Jameson, Lyotard, Habermas, Zeka, 2. Baskı, derleyen ve sunan Necmi Zeka, Türkçeleştirenler: Gülengül Naliş, Durmuş Sabuncuoğlu, Deniz Erksan, Kıyı yayınları, İstanbul 1994, s.31
[2] E.Royson Pıke, Ronald Seth…, Dünyayı Değiştiren 100 Büyük Olay, Hammurabi Kanunları, Türkçesi:F. Gülen, Ömür Arıt, Milliyet Yayınları, Aralık 1970, s.24
[3] De Groot, Die Hunnen, s.74’den aktaran Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Türk Tarih Kurumu, İkinci baskı, Ankara 1984, s.75
[4] Talat Tekin, Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu yayınları, Ankara 1988, s.37
[5]İtalik bizim
[6] A.g.e, Bilge Kağan Yazıtı, s.33.
[7] A.g.e, s.31
[8] F. Openheimer, Devlet, Kaynak yayınları, Ankara 1984, Çev. Alaeddin Şenel- Yavuz Sabuncu, s.90
[9] T. Z. Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, s.9
[10] Kemal Atatürk, Nutuk c.I, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1963 s.14

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder