KIRAN DA OLSA KIRIL DÜŞ FAKAT EĞİLME SAKIN

13 Şubat 2010 Cumartesi

Özel Çıkar sisteminin aleti

Büyük Fransız Devriminin önderi modern burjuvazi, egemenliğinin Tanrıdan geldiğini iddia eden krallığı, bağlaşığı köylülerle birlikte yıkarak feodal parçalılığa son vermiş, derebeylik yapılarını yıkmış, milli egemenlik ve eşitlik prensiplerine dayanan özgürlükçü, laik bir devlet kurmuştu. Ne yazık ki modern burjuvazi, sınıfsal çıkarının gereği bu bağlaşıklarından yüz çevirerek devrimin prensiplerini çok erken terk etmiştir. Albert Soboul, Büyük Fransız Devriminin daha 1795’te sona erdiğini belirtiyor.1
Sistem yeniden, akılcılığın yerine gelenek ve dini çıkarır. Din, böylece halk sınıfları için sistemin dışına çıkmayı önleyen bir havuz, aristokrasi ile ittifaka yönelen burjuva sınıfı için ise bir dayanak ve alet olarak canlandırılmıştır. Bonapart’la birlikte ise din diriltilmiş, eski gücünü yitiren kilise bir idare aleti haline sokulmuş, çıkarılan kanunlarla devlete iyice tabi hale getirilmiştir.2
Sosyal ve siyasi çalkantılardan düşünce ve sanat akımlarının da etkileneceği açıktır. Burada da akılcılıkla gelenek, umutla umutsuzluk her yerde mücadele içindedir. İnsanın yabancılaşması gerçekleşirken, umudun yitirilişiyle birlikte birey de içe kapanarak özgürlüğe giden yolu gerçek dünyanın dışında aramaya başlar.3 1830’lardan sonra ise gitgide kabaran gericilik dalgasının etkisiyle insanların yalnızlaşarak derin bir huzursuzluğa itilmesi, Katolik feodalizme özlemi ifade ettiği söylenen romantik akımı geliştirecektir. Bu akım Katolik Kilisesini sanatın anası ve vatan sevgisinin koruyucusu olarak över.4
Pozitivizm de, kurucusu Auguste Comte’un (1798-1857) son yıllarında, dine kayan bir biçim alır.5 Ona göre de din, toplumsal birlik için gereklidir.6 Birleştirici olması dolayısıyla lazımdır. Bu sözlerin yankılanacağı yer bellidir. Monarşinin kuramcısı Charles Maurras, pozitivist olmasının nedenini Comte’un örgütlenmenin, otoritenin ve yenileştirilmiş ruhsal gücün öğreticisi olmasına bağlıyor.7 Görüldüğü gibi inanç, özgür düşünceyle uzlaştırılmaya çalışılıyor. Yine bu dönemde Kilisenin yeni gerçekler karşısındaki değişme ihtiyacı da vurgulanmıştır.
19. yüzyılın son çeyreğine girerken ise serbest ticaretin tekel yönünde gelişmesinin doğurduğu büyük toplumsal sorunlarla din, halk sınıflarının tam anlamıyla bir havuzu haline getirilir. Kitle mücadelelerinin giderek yükseldiği süreç I. Vatikan konsilinin 1869’da8 aldığı kararlara da damgasını vurmuştur. Bu koşullarda Konsil emekçi sınıfların ideolojilerini mahkum ederek, dinle bilimi uzlaştıran, Papanın tanrı kelamının sözcüsü olarak yanılmazlığını kabul eden kararlar almıştır. Kapitalizm için dinin yalnızca bir dayanak değil daha çok alet olduğu açık bir biçimde görülüyor.
Ezilen dünyanın da bundan nasipsiz kalamayacağı açıktır. Daha devrimci döneminde bile köleliği korumaktan çekinmeyen kapitalizm,9 kendi dini olan Hıristiyanlığı kullanarak misyonerleri aracılığıyla sömürgelerde de halkın dinini zorla değiştirme çabasına girmişti. Doğal ki amacı, halkı kendi öz kültürüne yabancılaştırarak, direncini kırıp tam siyasi kontrole giden yolu açmaktır.
Kapitalizmin dini alet olarak kullanma faaliyetleri, onun emperyalizme dönüşmesiyle bağıntılı olarak, tekel-öncesi(serbest ticaret) ve tekelci kapitalizm dönemlerine ayrılabilir. Batı Avrupa’da kapitalizm, tekel-öncesi evresini 19. Yüzyılın son çeyreğine doğru tamamlamıştı. Sistem bu dönemde kiliseyi tam anlamıyla alet olarak kullanabileceği bir duruma sokmuştur. Bu nitelik değişimi sömürgelerde ideolojik, kültürel, siyasi yaklaşım değişiklikleriyle de kendini gösterecektir. Örneğin İngiliz emperyalistleri 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de eğitim görmüş Hintlilere, yönetimlerinin maddi yararlarını sunmaya ve ortak çalışmalar yapmaya yönelirken ezilen ülkelerin dinleri konusundaki davranışlarını da bir üst aşamaya sıçrattılar. İngilizler artık bu ülkelerdeki insanlara kendi dinlerini, İngiliz muhibbileri eliyle öğreteceklerdir.
1876 yılından sonra dev ölçülerde artan sömürge edinme olayıyla kendini gösteren tekelci evre, sisteme İslamiyet’in de dayanak ve alet olarak kullanımını ilave etmiştir. Bu arada misyonerlik faaliyetleri de yoğunlaşır. I. Dünya Savaşı döneminde Kazım Karabekir, misyonerlerin “müstemlekelerde ve müstemleke olmaya elverişli olan geri memleketlerde Reis’lerin, Raca’ların, Arabistan İmam’larının, Sultan’ların harimine kadar girdiklerini” yazıyor.10 Misyonerlik yani emperyalizmin hizmetindeki Hıristiyan kültürünü yayma, egemen kılma faaliyetleri, II. Dünya savaşı sonrası ABD’nin kapitalist bloğun efendisi olarak ortaya çıktığı ve Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla 1990’lı yılların başından itibaren dünya imparatorluğu için mücadele ettiği dönemde çok daha programlı olarak tekrar yükselişe geçecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, demokrasi ve özgürlüğün havarisi olarak ortaya çıkmıştı. Truman, 12 Mart 1947’de ulusa sesleniş konuşmasında, yeni politikanın çerçevesini de çizerek, “özgür halklar özgürlüklerini korumaları için kendilerine yardım etmemizi bekliyorlar”11 diyordu. Göz yaşartıcı…
1948’de komünizme karşı dünyada din cephesi adı altında bir cephe oluşturulur.12 1949’dan itibaren de artık ABD ‘özgür dünyanın’ lideri olarak etnik ve dini yapıların desteklenmesini, beslenmesini giderek artan bir biçimde geliştirir. 1959’da ise Papa, dünyada meydana gelen gelişme ve değişmelere, daha doğrusu yeni güç dengelerine uyum sağlamak amacıyla II. Vatikan Konsilini toplamaya13 karar verir. 1965’lerde dinler arası diyalog çağrıları başlar. Daha doğrusu ezilen dünyada milli devletlerin barbarlığını! yaşayan dinlere çağrı yapılır. Postmodern kalemşorlar büyük üstatlar olarak bu barbar ülkelere gönderilir.
Max Horkheimer, “temelden dirilmiş bir din versiyonunun barbarlığın kıyısında olduğu anlaşılan dünyanın göbeğinde bir adalet arzusunu temsil ettiğini”14 belirtiyor. Görünen o ki postmodern Haçlı barbarlar uygarlaştırmak için milli devlete karşı İslam dinini de meta olarak kullanmaktan vazgeçemiyorlar. Talepleri İslam dininin de postmodernleşerek Haçlılaşmasından başka bir şey değildir. Eğer din, “postmodern” olmazsa yani Haçlıyla işbirliğinde bulunmazsa ‘barbarlığın kıyısında, yani milli devletlerin elinde olduğu anlaşılan dünyanın göbeğinde bir adalet arzusunu temsil eden’ bir çağrı değildir. Çünkü bu türüyle bir geleneği ifade eden dinde postmodernizme karşı göreli bir uyumsuzluk vardır. İşlevini layıkıyla yerine getiremez. Açıkçası o, Hz. Peygamberimizin Medine’de devleti için ilk iş olarak yaptığı gibi bir toprak parçasını “kutsal” olarak görebilir, onu sınır nişanları koyarak kutsallaştırabilir.15
Halbuki postmodern kalemşorların tam da işleri güçleri bu “kutsal”ladır. Max Horkheimer’da barbarlığın başlangıç sınırı16 olarak gördüğü bu “kutsal”da düşünceye hesap sorulduğunu belirterek ikiyüzlüce özgürlük ve demokrasinin havariliğini yapar.
Büyük Fransız Devrimi, aydınlanma felsefesinin ilerici düşünceleriyle milli bir devlet kurmuş ve eski geleneklerin sürmesi ya da canlanmasından çıkarı olanların her zaman hücumlarının hedefi olmuştu. Horkheimer’in barbarlığın başlangıç sınırı olarak nitelendirdiği yer işte akılla kurulmuş bu “kutsal” milli devletin sınırlarıdır. Kendine demokratik ve sosyalist devrimlerin ilkelerini örnek almış Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarıdır.
Bu kalemşorlar ABD’nin kapitalist bloğum hakimi olarak ortaya çıkmasından sonra kendilerini çok geliştirmişlerdir. D. Harvey, “postmodern teolojik projenin aklın kudretini terk etmeksizin Tanrının hakikatini yeniden ileri sürdüğünü” belirtiyor.17 Her tasarım, yeni bir gerçek oluşturmak için vardır. Görülüyor ki Tanrı hakikati sanki vicdanlarda yaşayamıyormuş gibi “kutsal” yeniden milli devletlere karşı ileri sürülerek metalaştırılıyor. Öyleyse bu davranış, kendinin yaşaması için milli devlette tanrı gerçeğinin yeniden siyasal hayatın içine çekip toplumu bölmek anlamına gelmiyor mu? Onu büyük çatışmaların içine iterek devletsiz bırakmak anlamına gelmiyor mu?
Görüyoruz ki, dinler, çevrede ezilen milli devletlerin zayıflamasıyla, Türkiye’mizde cumhuriyetin kazanımlarının yıkımıyla doğru orantılı olarak gelişme kaydetmişler ve güçlenmişlerdir. Geliştikleri daha doğrusu emperyalizme uyum sağladıkları ölçüde de emperyalist küreselleşme olgusuna siyasi, ekonomik ve kültürel düzeylerdeki katkıları sağlanmıştır.
Kapitalist gelişmelerini tamamlayamamış, iç pazarı bütünleştirememiş, ortaçağın yapı ve ilişkilerini söküp atamamış devletler etnik ve dinsel kalkışmalarında zeminini oluşturdukları açıktır. Bu ortaçağlı etnik ve dini yapılar, milli devletin var olma zeminini daraltan bir rol oynarken, birbirlerinin iktidar alanlarını sınırlandırarak bir kaos ve çatışma ortamı da yaratabilirler.
İşte günümüz tekelci kapitalizminin kültürü olan postmodernizmin dinlere, cemaatlere, tarikatlara olan özel ilgisi de buradan kaynaklanıyor. Onun farklılıklara, ötekine, “özgürlüğe”, “demokrasiye” olan vurgusu da beslediği ve desteklediği etnik ve dinsel yapıların milli devleti parçalayan rolleriyle bir anlam kazanır. Burada geçerken belirtmeliyi ki emperyalizmle uzlaşsın veya göreli mesafeli kalsın en sonunda bu yapıların değişim değeri haline gelmesi zorunludur. Çünkü şaşzaman durumundadırlar ve gelişen uygarlıkla çarpıştıklarından gelecekleri de yoktur. Çıkarları ise ancak ve ancak onları curuflarından arındırarak vicdanlara yerleştiren milli devletlerle birlikteliktedir.
Ortaçağ ideoloji ve kültürlerinin güçlenmesi aslında tekelci sistemin iflasından başka bir şey değildir. Emperyalizmin merkezlerinde de toplumların çok yoğun olarak ortaçağın kültürel ortamlarına itildikleri görülüyor. Din, kör inanç dolayısıyla Haçlı dini, özel çıkar sisteminin korunmasının gereği toplum yaşamında giderek çok daha fazla rol alıyor. Sistemin gelişmeyi bırakın ölüme yatması, can çekişmesi insanlarda da geleceğe umutla bakma, ilerleme idealinin kaybolmasına neden oluyor. Yükselen bir uygarlık bizim bildiğimiz içi gerçekle doldurulmuş kavramlar, ilerinin, umudun, çözümün zorlayıcı kavramlarını üretir. Fakat emperyalizm yıkıma sürüklediği insanda umutsuzluk ve huzursuzluğun kavramlarını üretiyor. Öyleyse umutsuzluk ve çıkışsızlığın özel çıkar sisteminin umudu, çıkışı ve huzuru olduğu söylenmelidir.
ABD’nin dünyada “din özgürlüğünün” havarisi olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Maxime Lefebre, bu ülkenin bütün dünyada mesihçi ve neredeyse dinsel bir vizyonla hareket ettiğini belirtiyor.18
P.Drucker’e göre de dinin ABD’deki toplum yaşamında bir öğe olarak yoğun bir biçimde yeniden güç kazanması, evangelik ve pastoral kiliselerin yeniden güç kazanmaları bir ölçüde kurtuluşun toplum yoluyla geleceğine ilişkin laik nitelikli inancın ortadan kalkmasına tepkidir.19 Postmodernizmin aydınları artık geliştirdikleri nedenleri ortadan kaldıran tersten ifade yöntemiyle tarihi siliyorlar. Drucker, bugün Amerika’da dinin yeniden güç kazanmasını Amerikan devriminin laik söyleminin ortadan kalkmasına tepki olarak geliştiğini söylüyor. Postmodernizmin aydınlarının sistemlerinin çıkışsızlığı gibi giderek düşüncelerini ifade edemez duruma gelerek kumdan halat bükmeleri kaçınılmazdır. Özel çıkar sisteminin kalemşorlarının ifade yeteneklerinin gelişimi gerçektende inanılmaz düzeyde.
Tekel çağında ortaçağ inanç, hurafe ve örgütlenmelerini besleyen, büyüten kültür, dünya çapında sömürebileceği sınırlandırılmamış bir pazar yaratarak, daha doğrusu bir imparatorluk kurarak kendi sistemini sürdürme çabasıyla mutlak olarak modern milli devlet kültürüne daha doğrusu çağımızda insanlığı ilerleten kültüre olan düşmanlıkta gemi azıya alır. O dinden daha fazla dini düşünür. “Din dünyadan tecrit edilemez; din moral güç olarak serbest bırakılmalıdır.”20 Bütün milli devletlere, göreli bağımsız piyasalara duyurulur. Aleti postmodernleştirme çabası gerçekten de gözlerimizi yaşartıyor.
O, hem Hıristiyan’dır hem de Müslüman. O, hem Güneye Haçlı seferi açmıştır, hem de Güneylidir. Bol keseden dinsel, aynı zamanda etnik kimlik de dağıtarak farklı ve güçsüz irade merkezleri yaratmaya çalışarak milli devleti zayıflatır. Milli devlete karşı mücadelede bu irade merkezlerinin güçsüzlüğü, onların satın alınarak, hizaya getirilerek piyon durumuna düşmelerine neden olur.
Joseph Nye Junior “söz konusu olanın ötekileri, sizin istediğiniz şeyleri isteme noktasına götürmek”21 olduğunu belirtiyor. Doğal ki önce onları besleyip canlandıracak ve yönlendireceksin. Açık sözlü adam…
Postmodernizmin en önemli düşünürlerinden biri olan Faucault, moderniteyi baskı altına alma, disipline etme süreci olarak tanımlarken çağrısı, milli devleti oluşturan halkın içindeki bireylere, topluluklara, tarikatlara, cemaatlara, mezheplere, dinlere yönelir. Dinler, mezhepler ve tarikatlar, etnik yapılar hapis olmuştur, baskı altındadırlar. Özgür kalmalıdırlar. Ne yapsın koro elemanı olarak başka bir şey diyemiyor. Çaresiz oda aynı şeyleri kendi yeteneğine göre belirtecek.
Kendi geçmişiyle özdeşleşmiş fakat günümüzde içini iyice boşalttığı (Özgürlük), (Demokrasi) ve (İnsan Hakları) kavramları postmodernizmin dinleri canlandırma çabalarının olmazsa olmaz diyerek kullandığı şartlarındandır. Çünkü bu silahlara karşı çıkılamaz. Kavramların bu biçimde kullanılması aynı zamanda Batı uygarlığının ölümüdür ve ölen bu uygarlığın merkezinin de değişimidir.
Demek ki din Faucault’cu olmalıdır. ‘Sir’ Seyid Ahmet Bahadır Han’cı da olabilir. Aslında İslamiyet açısından bu onun gerçek çağrısıdır. Temsilcisi olduğu tekelci kapitalizmin kültürü ve ideolojisi olan postmodernizmle din, birlik olmalıdır. Değil mi ki din, modern dönemde vicdanlara hapsedilmiş, Allah ile kul arasındaki bir ilişki düzeyine indirilmiştir. Toplumsal yaşamın dışına sürülmüştür. Değil mi ki “bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlar”22 onların elinden alınmıştır...
İslam dininin de Türk Devriminde yaşadığı vicdanlara hapsedilme sürecini Hıristiyanlık, toplumsal ekonomik süreçlerin daha erken el vermesiyle daha önce vicdanlardaki yerini alarak toplum yaşamının dışına sürülmeyle yaşamıştı. Tekel çağında bütün dinler artık dünya sisteminin bir parçası olarak yaşar konuma gelirler. Doğal ki yaşadığımız söylendiği fakat emperyalizmin kendisinin yaşadığı postmodern denilen çağda, sistemin yaşattığı ölçülerde. Dinler de geleceklerini bu işbirliğinde bulmuşlardır. Dolayısıyla modern milli devlete karşı postmodern ideoloji ve kültür tarafından kendilerini kullandırdıkları veya daha açık ifadeyle sattıkları ölçüde rol alabilmişlerdir.
Alan Touraine dinlerin geri dönüşünden bahsederken, bunun yalnızca cemaatlerin savunmaya yönelik seferberliği olmadığını, aynı zamanda bireyi merkezi iktidar karşısında savunmasız bırakan görüşün reddi olduğunu söylüyor. Birey postmodern ideolojiyle silahlanarak merkezi iktidara karşı ayağa kalkmalıdır. Merkezi planlamanın başarısız kaldığı inancıyla yeni yaklaşımlar gerektiği düşüncesini23 ileri sürmelidir. Görüyorsunuz işte bir tek sonuç çıkıyor buradan, Milli Devlet yıkılmalıdır. Merkez yıkılmalı millet dağıtılmalıdır.


1- Albert Soboul, a.g.e, s. 642.
2- Albert Soboul, a.g.e, s. 666.
3- Sıdney Fınkelstein, Müzik Neyi Anlatır, çev: M. Halim Spatar, Kaynak yayınları,
3.Basım, İstanbul 2000, s. 68
4- Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, Alperen yayınları, Mart 2002, s.51
5- M.Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi kitabevi yayınları, Dördüncü basım, İstanbul 1980, s.465
6- Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev: Korkmaz Alemdar, Bilgi yayınevi, Kasım 1989, s. 81
7- Raymond Aron, a.g.e, s. 69
8- Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, Alperen yayınları, Mart 2002, s.51
9- Albert Soboul, a.g.e, s.189
10-Aktaran Erol Güngör, a.g.e, s.80
11- Maxime Lefebre, Amerikan Dış Politikası, çev: İsmail Yerguz, İletişim yayınları, İstanbul 2005, s.36
12- Abdurrahman Küçük, Misyonerlik ve Türkiye, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2005, s.46
13- Ali İsra Güngör, a.g.e, s. 58
14- Aktaran John W Murphy, a.g.e, s.130
15- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Türkçesi:Said Mutlu, İrfan yayınevi, İstanbul 1967, sh.125
16- Max Horkheimer- Theodor W. Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanlar II, Çeviren Oğuz Özügül, Kabalcı yayınevi. Ayrıca Bkz. David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çeviren.Sungur Savran,İstanbul 1997, Metis yayınları, s.27
17- Davit Harvey, Postmodernliğin Durumu, çeviren.Sungur Savran,İstanbul 1997, Metis yayınları, s.57
18- Maxime Lefebre, Amerikan Dış Politikası, İletişim yayınları, İstanbul 2005, s.7
19- Bkz. Peter F.Drucker, Yeni Gerçekler, Türkiye İş Bankası yayınları, Ankara 1996, s.19
20- J.W.Murphy, Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri, Paradigma yayınları, İkinci baskı, Türkçesi. Hüsamettin Arslan, İstanbul 2000, s.132
21- Aktaran Maxime Lefebre, Amerikan Dış Politikası, İletişim yayınları, çev. İsmail Yerguz, İstanbul 2005, s.86
22- Atatürk, Söylev ‘Nutuk’, II, T.D.K 1978, s.655
23- Akbar S.Ahmad, Postmodernizm ve İslam, Türkçesi. Osman Ç. Deniztekin, Cep Kitapları, İstanbul 1995, s.21

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder