KIRAN DA OLSA KIRIL DÜŞ FAKAT EĞİLME SAKIN

8 Mayıs 2010 Cumartesi

LİBERAL AKADEMİSYENLERİN AKADEMİK DURUMLARI

Siyaset Kahvesi sitesinden Ezel Kara, son dönemde televizyon ve gazetelerde uzun söylevler veren liberal akademisyenlerin akademik durumunu değerlendirdi. Kara, bunun için söz konusu akademisyenlerin uluslararası saygın bilim dergilerinde çıkan makalelerinin sayısını araştırma konusu yaptı. Kara'nın vardığı sonuç içler acısıydı.


İşte Ezel Kara'nın o araştırması:

”Köşe yazılarında ve televizyonlarda boş işkembeden bol bol atanları hepimiz görüyoruz, biliyoruz. Ekonomi politikası konusunda ahkâm kesenler, siyaset bilimi bilgisiyle döktürenler, dış politika ve AB-ABD ile ilişkilerimiz konusunda uzun uzun maniler düzenler….Hemen her konuda bilgi ve fikir sahibi olduğu iddia edilen tonlarca boş insan, hemen her gün, bilimum yerde karşımıza çıkıyor.

Bunların bir kısmı, henüz bıyığı terlememiş üç beş cahil genç; birilerinin işine gelen şeyleri söyledikleri için, bol bol öne sürülüyor, öne sürüldükçe de palazlanıyorlar. Bunları bu siteye ve TEKEL işçilerine sataşmalarından tanıyoruz.

Bir kısmı gazeteci, televizyoncu, medya şarlatanı. Meslekleri gereği, zaten sırf ekranda, gazeteler ve dergilerde boy gösterdikleri için maaş alan, atıp tutan insanlar.

Ama bunların bir diğer kısmı ise akademisyen. Ya da Akademi’ye haksızlık etmeyelim, “akademisyen olduğunu iddia eden” diyelim. Hani bu ekranda gözüktülerinde, ekranın alt köşesinde Prof. Dr…….., Doç Dr…, X Üniversitesi Öğretim Görevlisi yazan tiplerden bahsediyorum. Her şeyi herkesten daha iyi bilen, akademik titrini her fırsatta kullanmaktan sakınmayan tipler.

Hiç merak ettiniz mi acaba bu kişilerin kullanmaktan gurur duydukları akademik titre yakışan akademik çalışmaları var mı diye? İşte ben bunu merak ettim ve ufak bir araştırma yaptım.

http://scholar.google.com muazzam bir akademik arama motoru. Bir kişinin ismini soyadını giriyorsunuz, kendisinin akademik çalışmalarını, özellikle de bilimsel dergilerde yayınlanmış makalelerini, konferans tebliğlerini hemen sıralayıveriyor. Ben de işte kimi yetkin(!) akademisyenlerimizin adlarını bu arama motorunda bir aratayım dedim. Öyle ya, bu akademisyen zatlarımız, her gün ekranlarda, gazete köşelerinde kendilerine yer bulduklarına göre, uluslararası bilim camiasında da büyük kabul gören insanlar olmalılar değil mi? Çoğu da Profesör, Doçent gibi titirleri büyük bir gururla taşıdıklarına göre, şöyle bir en az 10-15 uluslararası akademik makaleye imza atmış olmalarını ve bu makalelere şöyle bir 15-20’şer atıf yapılmış olmasını beklememiz çok da abartılı olmaz sanırım.

Evet, sırayla tarama sonuçlarını yazmaya başlayayım. Ancak, bunları sıralamadan şöyle de bir uyarıda bulunayım. Bu taramalarda bazen, Radikal, Hürriyet Gazeteleri gibi gazetelerde yayınlanmış köşe yazıları ve her isteyenin bir kitabevi ya da matbaaya parayı bastırıp yapabileceği üzere, kimi köşe yazılarının birleştirildiği kitaplara rastlayabiliyorsunuz. Ben bunları aramalarımda kapsam dışı bırakıyor ve sadece uluslararası akademik dergilerde yapılmış yayınlara ve bu yayınlara yapılan atıflara bakıyorum.

Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu: 2 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale, 0 atıf.

Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne: 0 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale

Doç. Dr. Mehmet Ufuk Uras: 0 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale

Prof. Dr. Mehmet Altan: 0 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale (Lütfen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görev yapan Mehmet Altan’ın makaleleriyle iktisat profesörü Mehmet Altan’ı karıştırmayalım.)

Prof. Dr. Eser Karakaş: 1 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale, 0 atıf.

Dr. Şahin Alpay: 1 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale, 1 atıf

Doç Dr. Deniz Gökçe: 0 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale.

Prof. Dr. Mithat Sancar: 0 uluslararası akademik dergide yayınlanmış makale

Yorum sizin.”



--

Alp Oğuz TURAN

Gönderen: Gülriz Yalçın

24 Nisan 2010 Cumartesi

OTUZUNCU TABLET, BASTİL

Ben Bastil! Devrimin meydanıyım. Söz bende
Burada bekliyorum Fransanın rahminde,
Burada bekliyorum, yüz elli yıldır, yüreğim elimde.
Bakmayın üzerimde gezen kuru kalabalığa,
Öyle yalnızım, öylesine sıkılıyor ki canım, ah
Beynimi kemiriyor, ciğerlerimi yiyor kendi yurttaşım.
Meydan dolusu öfke içimde, meydan dolusu kin,
Velakin, çok heyecanlıyım bugünlerde...
Devrimciler gelecek diyorlar, Türk devrimcileri,
Öyle özledim öyle özledim ki kanat açmış sözleri:
Asyanın isyankar çocuklarını bekliyorum.
Doğunun arslanlarını bekliyorum: Doğuyu ve arkadaşlarını.
Yolu aç polis, çek elini savcı, kenara çekil tetikçi,
Taçlandırsın Paris'i bayrakların kardeşliği.
Ey süslü parlementer!   Hiç duydun mu adını Genç Türkler'in?
Utanıyorum senden çünkü Fransız adı taşıyorsun,
Utanıyorum senden: İçiyorsun Monteskiyö'nün içtiği kadehten.
Basit neon ışıklarından utanıyorum senin.
Bekliyorum, ne zaman bulacak Fransa kendi fikrini?
Nerede özgürlük için canını veren yurttaş?
Temmuzun çocuklarına ne oldu, atardamar durdu mu?
Yüzüm Ruso'nun yüzü, kalbim Robespiyer'in kalbi
Cezayir'de kurşuna dizildi liberte ve egalite ve
Kardeşliği boğdunuz Atlantiğin dibinde...
Şırrak şırrak diye inerdi giyotin, ebedi eşitlik için
Bebeklerin başı için düşürdüm kıralların  başını sepete!
Jak Şirak! Amerikanca konuşmayı bırak,
Başını kaldır da gözlerimdeki ateşe bak:
Vive la Commune! Vive la Commune! Ya İstiklal ya Ölüm

                                                          Hüseyin Haydar

21 Nisan 2010 Çarşamba

Milletimiz Tarihimizin Kazınmasına Bir Devrimle Cevap Verecektir...

         Müzelerimizden "Kurtuluş Savaşı" adı çıkartıldı. Karar Resmi Gazete’de yayınlandı.
Bakanlar Kurulu kararıyla müzelerimizden "Kurtuluş Savaşı" adı çıkartıldı ve karar 7 Nisanda Resmi Gazete’de yayınlandı.
         Kararda DPT’nin önerisi olduğu dışında hiçbir açıklayıcı bilgi yok. Neden ve hangi gerekçeyle bu karara gerek duyulduğu hiçbir şekilde belirtilmiyor. Bu da yeni bir "barış açılımı" mı sorusu akla geliyor!
         BİZİM ANADOLU Gazetesi’nin haberine göre, 7 Nisan 2010 Çarşamba tarihli Resmî Gazete’de aşağıya aynen aktadığımız merak uyandıran / ilgi çekici bir Bakanlar Kurulu Kararı yayınlandı. Görüleceği üzere, Devlet Planlama Teşkilatı sanki asli görevi bu imiş gibi bir tasarrufla ve Devlet Personel Başkanlığı’nın da yamaklığında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın uhdesinde bulunan taşra müzelerindeki "Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Müzeleri Müdürlüğü" adından "Kurtuluş Savaşı" ibaresinin çıkartılmasına karar vermiş, ve bu karar Cumhurbaşkanlığına dek tüm sivil Yürütme Erki’nce uygun bulunarak onaylanmış, Resmi Gazete’de yayınlanarak resmiyet kazanmış, yürürlüğe girmiştir.
        Yürütme Erki’nin bu kararının neden ve hangi gerekçeyle alındığının kamuoyunda merak uyandıracağı açıktır. Merak ettik bu kararın gerekçesi nasıl dillendirildi ve hangi nedenlerle, gerekçelerle uygun görüldü, onaylandı?
        Yürütme Erki’nin "Kurtuluş Savaşı"mıza muhabbet beslemediği, hatta bunu bir "geriye gidiş" olarak değerlendirdiği bilinen Atilla Yayla, Zaman gazetesi, Taraf gazetesi ve benzeri kişi ve çevrelerin telkinleri doğrultusunda mı bu yeni "barış ve sivilleştirme açılımı"nı yaptığı sorusu akla gelmiştir?
        Yoksa bu da Brüksel’in AB’ye üyelik için önümüze çıkarttığı yeni bir önşart mıdır?
        Turizm Bakanlığı bu kararla Atina’ya daha da şirin gözükeceğini ve daha fazla Yunan turist çekeceğini mi ummaktadır? Yoksa bu da komşularımızla sıfır sorun diplomasimiz doğrultusunda yeni bir "barış açılımı" mıdır?
        "Kurtuluş Savaşı" adı komşularımızla aramızda "sorun" mu yaratmaktadır? Devlet Planlama Teşkilatı, ekonomi ve kalkınmadan elini kolunu çektiğinden beri boş boş durmaktansa bu işlere mi artık müdahil olmakta, Kurtuluş Savaşı’nın tarihimizden, ulusumuzun belleğinden nasıl silineceğini mi planlamaktadır? Müzelerimizden "Kurtuluş Savaşı" adının çıkartılmasına neden gerek duyulmuştur?
       30 Ağustos Zafer Bayramı hakkında dile getirilen "sivilleştirme" niyeti ve "ulusal bayramlarımızı kaldırma" tasarısının bir ön grişimi midir?
        İşte Resmi Gazete’de yaınlanan karar:


Sayı : 27545
7.04.2010

BAKANLAR KURULU KARARI
Karar Sayısı : 2010/251

Kültür ve Turizm Bakanlığının taşra teşkilatında yer alan Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Müzeleri Müdürlüğünün adının Cumhuriyet Müzesi Müdürlüğü olarak değiştirilmesi; Devlet Planlama Teşkilatı ile Devlet Personel Başkanlığının görüşlerine dayanan Kültür ve Turizm Bakanlığının 24/2/2010 tarihli ve 398758 sayılı yazısı üzerine; 27/9/1984 tarihli ve 3046 sayılı Kanunun 17 nci maddesinin (d) bendine göre, Bakanlar Kurulu’nca 11/3/2010 tarihinde kararlaştırılmıştır.

Abdullah GÜL
CUMHURBAŞKANI

Recep Tayyip ERDOĞAN ve Bakanlar kurulu...

Behiç Kılıç'ın 19 Nisan 2010 tarihli yazısından. Başlık bizim.
Gönderen:Cengiz Yalçın

20 Nisan 2010 Salı

Mustafa Kemal'in Subayının Çığlığı

       “Atatürk’ten, yarattığı devrimlerden koparılmak istenen koşullarda yaşıyoruz, yaşatılıyoruz. Mustafa Kemal düşüncesi en tehlikeli biçimde sorgulanıp zehirlenmektedir. İnsanlık tarihinde olağanüstü bir uygarlık devrimi gerçekleştirmiş kişiyi yıkmak isteyenlerin amacına hizmet edilmektedir.
       Telefon tapelerimde, tarihi yaşayan, yaratan ve yazan ebedi önderimizin eseri TC kuruluş destanı Nutuk, daha uygar bir geleceği güvenceye almak için Ata’nın Afet İnan’a yazdırdığı Medeni Bilgiler, ülkemizin tapusu Lozan’ı konu edinen ve ülkenin birliğini amaç güden cümleler suç unsuru olarak, görülerek kalın ve büyük puntolarla işaretlenmiştir.
       - Nutuk’u ancak, Mustafa Kemal’in ışığından ruhları kamaşan yarasalar, Medeni Bilgiler’i ancak medeniyet düşmanı ahlak tarantulaları, Lozan’ı ancak garip ihtirasların bulandırdığı karışık beyinler suç unsuru olarak görebilir.
      Bunu yapanlar Türk milletinin kutsallarını, üzerinden destursuz geçilebilecek bir köprü mü sandılar?.. Vatanın bütün ümit ve istiklalini bağladığı gençliğin neyi görmesini istemiyorlar. Orada terör yok. ‘Ya istiklal, ya ölüm’ var! Nutuk’ta darbe yok! Kültür devrimi, bağımsızlaşma, çağdaşlaşma, demokratikleşme var.
       Mustafa Kemal sevgimiz, çizgimiz bize zehir edilmeye çalışılıyor. Çok net ifade ediyorum:.
      - Bunları buraya suç unsuru olarak koyanların görevleri beni bununla suçlayıp hapis yatırmaksa benim görevim hapis yatmaktır. Onların görevi beni öldürmekse o zaman benim ki de bu uğurda ölmektir. Hem de gözümü bile kırpmadan. Bu düşüncede olanlar sürgüne gönderiliyorsa, benim görevim umutsuzluğa kapılmadan yola çıkmaktır.
       Mustafa Kemal’in asil devletinde bunları suç kabul eden herkese sesleniyorum:
       - Zincire vursanız ellerimi ve ayaklarımı tehdit edebilirsiniz. Boynunu vurduracağım derseniz boynumu tehdit edersiniz. Avukatını tutuklarım derseniz savunmamı tehdit edersiniz. Hapiste çürüyeceksin derseniz tehdit ettiğiniz şu zavallı bedenimdir. 20 ay yattım 120 bin ay yatsam ne olur? Ömrüm zindanda bitse ne olur? Adam olan yeminine sadık kalır. Ben askerlik yeminime sadık olarak bu dünyadan göçeceğim. Beni, benliğimi, ruhumu hiçbir şekilde tehdit edemezsiniz. Bunlardan biri için bile korkuya kapılacak olursam işte o zaman tehdit edilen gerçekten ben olurum.
       Vatanını, ulusunu sevmiş olmanın bedelini ödeyen insanların ne ilkiyiz ne de sonuncusu. Ancak unutulmasın ki biz burada olduğumuz için Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti büyüklüğünden bir şey kaybetmez. Vatan sağ oldukca elbet bu mevkilere, makamlara gelip bu görevleri ifa edecek vatan evlatları bulunur. Üç tane alırsınız, her sene Harbiye’den bin tanesi mezun olur. Türk Silahlı Kuvvetleri mahkeme salonlarına sığmaz!
       Herkes bilsin ki, bizler burada nöbetteyiz. Mustafa Kemal Atatürk için her koşulda, her zamanda ve mekânda siper olacağız… O bu topraklarda hiç kaybetmedi, yine kazanacak!
       - Türk milleti adına karar veren heyetinizden Nutuk’u suç sayan bu iddianameyi tarihin çöplüğüne atmanızı talep ediyorum.

Tutuklu Kr. Plt. Teğmen. Mehmet Ali Çelebi”

Gönderen: Cengiz Yalçın

13 Nisan 2010 Salı

91 YIL ÖNCE İNGİLİZ EMPERYALİSTLERİNİN EMRİYLE İDAM EDİLEN BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL'İN ÇIĞLIĞINI DUYUYOR MUSUNUZ?

       Sevgili vatandaşlarım, Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet!
        Evet bu sözler milli şehidimiz Boğazlıyan kaymakamımız Kemal beye ait. I. Dünya savaşında ermeni çeteleri ordumuzun cephe gerisindeki faaliyetleri nedeniyle kendi halklarının tehcire tutulmalarına neden olmuşlardı. Savaşın sonunda İngilizlerin yarattığı suçlulardan biridir Kemal bey. 8 Nisan 1919' da idam edilir. 14 Ekim 1922'de ise devrimci meclisimiz tarafından milli şehit ilan edilir. Milletimiz onu unutmamıştır. Bugün de unutmadık. Mücadelesi önünde saygıyla eğiliyoruz. 

12 Nisan 2010 Pazartesi

DÜŞMANA SIRTIMIZI ASLA DÖNMEYECEĞİZ

       Bu sözler "Yıkılsın Ağalık, Yaşasın Cumhuriyet " diyen Diyarbakır Bismil Aslanoğlu köylülerinin muhtarı Mehmet Tanrıkulu'na ait.
      İşçi Parti'sinin ismini kurultayına verdiği ağalar tarafından katledilen köylü önderi yurtsever kahraman Muhyettin Öksün'de son kurşunu biterken dahi ağalara sırtını dönmemişti.
     Tanrıkulu, İşçi Partisi dışında hiçbir siyasi partinin Kürt köylüsünün Türk bayrağına sarılmasını Atatürk posterlerini taşımasına sahip çıkmadığını ve gerekirse bu vatan için bu millet için biz de göğsümüzü siper edeceğiz diyor. Cumhuriyeti yaşatmadan ne huzurdan ne de refahtan bahsedilebileceğini, ne tek ülkeden tek milletten ne de tek bayraktan bahsedebileceğimizi belirtiyor.

 
Faydalanılan kaynak: Aydınlık, 11 Nisan 2010

29 Mart 2010 Pazartesi

ABD Türkiye'de Olağanüstü Şartlara Hazırlık Yapıyor. Türk Milletinin Dikkatine...

       Kanımızca ABD şehir temsilcilikleri programının bundan başka bir yorumu bulunmuyor. Türkiye devletinden beklentilerin bitirildiği daha doğrusu varlığının bile bulunmadığı yeni bir yapının oluşturulmaya çalışıldığı görülüyor. Belirtildiğine göre İzmir, Konya ve Kayseri'mizde bulunan ABD şehir temsilcileri bu şehirlerimizdeki siyaset, eğitim ve iş önderleriyle Ankara'daki ABD büyükelçiliği arasında ilk temas edilecek şahıslar olarak görevlendiriliyor. Konya şehir temsilcisi daha önce Ankara'da konsolos olarak görev yapan Daniel Keen beyefendi hazretleri. Kayseri şehir temsilcisi ise Sarah Borenstein hanımefendi hazretleri imiş. Büyük kayıp ama İzmir şehir temsilcisi hazretlerini ise henüz bilmiyoruz.
      Bu beyefendi ve hanımefendiler ABD ile Konya, Kayseri, İzmir arasındaki bağları güçlendirmek ve bu şehirlerimizin çözüm bekleyen sorunlarını amerikan çıkarları doğrultusunda çözmek için görevliymişler. Bunun için kanaat önderlerimizden de işbirliğine dair düşünceler duymayı ümit ediyormuşlar.  Sadece kanaat önderleri mi, eğitimciler ve öğrencilerle  görüşmek içinde periyodik olarak bu şehirlerimizi ziyaret etmekle görevlendirilmişler. Zavallılar bilmezlerki karamanın koyununun otladığı bu topraklarda adamı suya götürürler susuz getirirler. 

28 Mart 2010 Pazar

TEHCİR KARARI HAKLIYDI, TÜRKİYE SAVUNMA İÇGÜDÜSÜYLE HAREKET ETTİ

      Size 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermenistan devletinin ilk başbakanı aynı zamanda Taşnak hareketinin en önemli lideri Ovanes Kaçaznuni'nin 1923 yılı Nisan ayında Taşnaksutyun Partisinin Bükreş'te yapılan yurtdışı konferansına sunduğu rapordan bahsetmek istiyoruz. Fakat önce biraz Kaçaznuni'yi tanıyalım.
      Ovanes Kaçaznuni 1868 yılında Gürcistan'a bağlı Ahıska bölgesinde doğar. 1905-1906 yıllarındaki Ermeni-Tatar çatışmalarında karşılıklı kırımı engellemek için kurulan komisyonda yer alır. 1917'de Ermenistan Ulusal Konseyi üyesi olur. 1918'de bağımsız Ermenistan'ın ilk başbakanı olur. 1919 Ağustosuna kadar bu görevde kalır. 1920 yılında Ermenistan'da Bolşevik iktidarın kurulmasından sonra tutuklanır. 1921 yılında Bolşevik yönetime karşı yapılan karşıdevrimci ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkeyi terk eder. 1921-1924 yılları arasında Bükreşte yaşar. 1923 yılında elimizdeki kitabı(Taşnak Partisinin Yapacağı Birşey Yok-1923 Parti Konferansına Rapor) yayınlamasının ardından Taşnak Partisinden istifa eder. 1938 yılında daha önce yerleştiği Erivan'da hayatını kaybeder.
       Kaçaznuni kitabında bütün çekilen acılardan Taşnaksutyun Partisinin sorumlu olduğunu dürüstlük ve açık yüreklilikle saptar. Raporunun sonunda Taşnaksutyun'un kendini feshetmesi ve siyasi arenadan çekilmesi gerektiğini savunur. "Evet intaharı öneriyorum, Parti kendini feshetmelidir" cümlesi son sözleridir.
       Bu tarihi rapor ne yazık ki Ermenistan'da Kaçaznuni'nin kendi anavatanında yasaklanmış ve yayınlanan nüshalar Taşnaklar tarafından Avrupadaki kütüphanelerden toplanmıştır.
       Kaçaznuni raporundaki saptamalara ağır bir düşünce sürecinin sonunda vardığını belirtiyor. Konferansa katılan delegelere kendisini sabırla dinlemelerini öğütlüyor.
       Belirleyici saptamaları şunlar:
       -Dünya Savaşı öncesinde gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.
       -Kayıtsız şartsız Rusya'ya(Çarlık) bağlanmışlardı.
       -Türklerden yana olan güç dengesini hesaba katmamışlardı.
       -Tehcir kararı amacına uygundu.
       -Türkiye savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.
       -1918 sonlarındaki İngiliz işgali, Taşnakların umutlarını yeniden kabartmıştı.
       -Ermenistan'da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.
       -Denizden denize Ermenistan projesi gibi emperyalist bir talebe kapılmışlardı ve bu yönde kışkırtılmışlardı.
       -Müslüman nüfusu katletmişlerdi.
       -Ermeni terör eylemleri Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.
       -Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.
      
       -Taşnak Partisi'nin artık yapacağı bir şey yoktu; intihar etmeliydi.

       İşte böyle.
       Ermeni aydınları için yoğun bir özeleştiri dönemi olan 1921 sonrası ayakları suya erdirmiştir. Gerçeklere ulaşılmasında kuşkusuz Ermenistanda kurulan Bolşevik yönetimininde katkısı var. Emperyalizme karşı konumlanmak, Ermeni aydınlarını ister istemez gerçeklerle buluşturmakta ve Lenin-Atatürk itifakının mevzilerine çekmektedir.
       Dolayısıyla 1921 sonrasına ait Ermeni ve Taşnak belgeleri de soykırım yalanını aynı Kaçaznuni'nin görüşleri doğrultusunda ortaya koyar. Belgeler, Batı emperyalizmi ve Çarlık Rusyası tarafından Türkiye'ye karşı nasıl kullanıldıklarını, işgal sırasındaki Ermeni mezalimini ve Türk ordusunun buna karşı verdiği haklı savaşın zengin kanıtlarıdır.
      Evet, bu raporu yazan savaşın bir tarafının başıdır, üstelik soykırıma uğradığını söyleyen tarafın başı, başbakanıdır.
     Soykırıma uğradıkları iddia edilen Ermenilerin bizzat başbakanı olayı bir savaş olarak değerlendirmekte ve daha önemlisi emperyalistlere alet olduklarını açık yüreklilikle ve dürüstlükle belirtmektedir.
     Öyleyse bu belge günümüzde de alçakça sürdürülen bütün bu emperyalist yalanlara son vermesi gereken bir belge değil midir?

 Kitabın adı: Ovanes Kaçaznuni
                   (Ermenistan'ın İlk Başbakanı)
          Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok
               (1923 Parti Konferansı'na rapor)  
               Çeviri: Arif Acaloğlu
 Biz ise tanıtım yazımızda Türkçe basıma sunuş yazan Mehmet Perinçek'ten faydalandık.

2010 YILINDA,BELFAST VE DUBLİN’DEN İRLANDA HALKI HAYKIRIYOR:

İRLANDA CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞ TEMELLERİNDE ATATÜRK VARDIR.

BAĞIMSIZ İRLANDA CUMHURİYETİ ATATÜRK’ÜN AÇTIĞI YOLDA KURULMUŞTUR.

ERMENİ SOYKIRIMI YALANDIR. TÜRKLER 1915 YILINDA SOYKIRIM YAPMADILAR. EMPERYALİZME KARŞI VATANLARINI SAVUNDULAR.

İZMİR’İ TÜRKLER DEĞİL ERMENİLER KAÇAN RUMLARLA BERABER YAKTILAR.

Tarih: 26 Ocak 2010, İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Londra Üniversitesi’nde içlerinde diplomatlar, büyükelçiler, Ankara Devlet Operası’nı kuran Carl Ebert’in oğlunun da içinde olduğu aydınların yer aldığı 350 kişiyi aşkın seçkin katılımcı ile İngilizce olarak düzenlenen ‘’21st Century Leader: Mustafa Kemal Atatürk’ konferansı. Konuşmacılar; Fuad Kavur ve Andrew Mango. Konferansta İADD standını ziyaret eden; İrlanda Komünist Organizasyon’un ATHOL yayınevi editörü ve yetkilileri, bizlere 2009 yılında yayınladıkları bir kitabı sunuyorlar. Kapağında Atatürk’ün kalpaklı bir fotoğrafı var. 21X14 cm ebatında küçük puntolarla 540 sayfa basılmış kitap, Türkiye üzerinde oynanan oyunların ve en önemlisi de Ermeni Soykırımı yalanlarının tarihsel belgelerini ‘ilk defa’ yayınlıyor. Yorumluyor: İrlanda Cumhuriyeti Atatürk’ün açtığı yoldan kurulmuştur. Atatürk sadece Türk Devleti’nin değil İrlanda Cumhuriyeti’nin de kuruluş temellerinde vardır.

İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği’nin konferasına katılan ATHOL Yayınevi yetkilileri bizden bir ricada da bulunuyor: Lütfen bu kitabi Türkiye’ye ulaştırınız. Bize verilen emaneti Türkiye’ye sunuyoruz. Sunmakla kalmıyoruz. Selamlıyoruz. Selamlamakla kalmıyoruz. Türkiye’nin parçalanması planlarına ve Ermeni soykırımı yalanlarına destek veren ve ‘Tarihimizle yüzleşmeliyiz.’ Diyen ‘aydınlar’ımıza sesleniyoruz. İlginç değil mi? Bu kitabın hazırlanması için yıllarını veren, Londra, Dublin ve Belfast’ta binlerce dökümanı tarayan Dr. Pat Walsh da; bizim ‘aydınlar’ımız gibi aynı şeyi söylüyor: Kitaba ‘tarihimizle yüzleşmeliyiz.’ Diyerek başlıyor. ‘Resmi tarih ortaya çıkarılsın.’ Diyor. Tek bir farkla; bizimkiler Atatürk’ü redderken, İrlanda Atatürk’ü selamlıyor. Bağımsızlığımda ve devletimin temellerinde Atatürk var diyor. Ermeni soykırımı yalandır diyor.Hem de 2010 yılında. Bu bir ironi mi? Elbette değil. Emperyalizmin uşaklığını yapan ‘aydın takımı’ birleşirken, emperyalizme karşı olan halklar da birleşiyor. Atatürk’ün etrafında ve 2010 yılında. Türk ulusal mücadelesi 21inci yüzyıla adım atıyor. Bunlar daha ilk adımlar. Biz de Türkiye’den sesleniyoruz: Yaşasın Türk ve İrlanda Halklarının Kardeşliği. Bize emperyalizmin tarafları ‘nasyonal sosyalist’ mi diyordu? Buyurun size enternasyonalizm. Bu sefer Dublin’den ve Belfast’tan...Hiç merak etmeyin. Devamı da gelecek...emperyalizm değil, bağımsızlığı için mücadele eden halklar kazanacak...

Forgotten Aspects Of

Ireland’s Great War on Turkey

1919-1924

(Unutulan Yönleriyle İrlanda’nın Türkiye’ye Karşı Büyük Savaşı: 1914-1924)

Yazan: Dr. Pat Walsh

Yayınevi: ATHOL BOOKS, 540 sayfa, Belfast 2009

(ISBN 9780850341218)

(ATHOL BOOKS, PO Box 339, Belfast-Northern Ireland)

(www.atholbooks.org)

(Siparişler: athol-st@atholbooks.org)

Yazar Dr.Pat Walsh’ın ATHOL Yayınevinden çıkan diğer kitapları:

-Irish Republicanism and Socialism, The Politics Of The Republican Movement 1905-1994

(İrlanda Cumhuriyetçiliği ve Sosyalizm, Cumhuriyetçi Hareket’in Politikaları 1905-1994)

-From Civil Rights to To National War, Northern Ireland Catholic Politics 1964-74

(Sivil Haklar Mücadelesi’nden Ulusal Savaşa, Kuzey İrlanda Katolik Politikları 1964-74)
 
Gönderen: Hakan Sırt

24 Mart 2010 Çarşamba

Yeni Bİr Terör Suçlusu Yakalandı

        Doktor Grigory Perelman matematikçilerin yüzyıldır çözemediği "Poincare conjecture" adı verilen matematik problemini çözdü. Ödül olarak verilen bir milyon doları reddetti. Bir sandalye, bir masa ve bir yataktan ibaret odası ve öne çıkarılmasını istemediği kişiliğiyle 'çoğu aza tercih etme' gibi kapitalist iktisadın bireyle ilgili yasalarını da alt üst etti, çiğnedi, ezdi geçti. İnsanın duygularını titreten alçak gönüllülüğüyle kağıt parçalarının üzerini çizdi. 
         Aslında o böylece kağıt parçalarının üzerini çizerken hortumcunun, vurguncunun, asalağın da üstünü çizmiş oldu. Daha doğrusu kapitalizmin, özel çıkar sisteminin de üzerini çizdi. Bu kendini ve yaptığı işi önemsemeyen, boyun eğmez kapitalizm düşmanı adam, satın alınamadı.
         Ve..........
         Özel çıkar sisteminin temellerini oynatma suçu hükmü sabit oldu. Böylece dünya çapında örgütlenmiş bir terör örgütünün varlığı da ortaya çıktı.
         Ve.........
         Emerikın savcılarına iş düşmüş oldu.
         Fakat savcıların işi çok zor. Bu adamların paradan öte zenginliğiyle kimsenin başedemeyeceği çok açık bir biçimde görülüyor. Düşünün bir milyon doları bir saniyede çizen adam bunlar. Onların üstünü çizemeyeceği kağıt para miktarının henüz daha basılamadığı anlaşılıyor. Bunların gücüyle başetmenin, bunları yargılayabilmenin olanaksız olduğu ortada. 
         Bu mangal yürekli, kapsayıcı, geliştirici, dönüştürücü Tevfik Fikret kılıklı adamlarla baş etmek gerçekten zor.
         Ne dersiniz?
         

22 Mart 2010 Pazartesi

“Ekonomik sıkıntılardan bahsetmeyelim, bunlar Ergenekon’a gölge düşürüyor” cümlesi nedeniyle En yüksek maaşı Oral Çalışlar'a vermek gerek.

         Akşam yazarı Oray Eğin bugünkü yazısının bir bölümünde, TRT'de programa başlayacak Oral Çalışlar'ın ne kadar maaş alacağını sorguladı. Yandaş gazetecilerin son zamanlarda TRT'den ve TMSF'den program kaptıklarına değinen Eğin, yüksek maaşıyla konuşulan Fehmi Koru'nun rekorunun kırılıp kırılmadığını da merak etti...
          İşte Eğin'in yazısı
          ”Günümüzün en hızlı neo-liberallerinden eski solcu Oral Çalışlar da diğer yandaşlar gibi TRT’den program kapmış... AKP’ye yağ çekmenin mükafatı olarak ya TRT’de ya da TMSF’nin el koyduğu kanallarda program kapıyorsunuz malum...
          Yoksa siz hâlâ buralardan program kapmayan bir yandaş gazeteci misiniz?
          Yeni dönemin ödülü bu: Fehmi’si, Derya’sı, Ergun’u, Taha’sı, Ekrem’i derken şimdi de Oral Çalışlar vergilerimizle desteklenen TRT’den kasasını dolduracak.
        
        Çalışlar’ın mükafatı ne kadar? Yağcılığın karşılığında ne kadar para alacak? Rekor Fehmi’de mi yoksa Oral Çalışlar daha mı fazla kazanacak... Merak ediyorum. Merak etmek hakkım.
        
         Eğer TRT’de maaşlar yağcılığın dozuna göre belirleniyorsa bu aralar en çok Oral Çalışlar’ın kazanması gerek... Zira en son “Ekonomik sıkıntılardan bahsetmeyelim, bunlar Ergenekon’a gölge düşürüyor” gibi cümleler kurmaya bile başlamıştı.

         Anasının karnından yandaş doğanlar bile bu kadarını yapamamıştı zira! Kendisi bu dönemin birinci “papatya”sı olmak için elinden gelen her şeyi yapıyor kısacası; umarım karşılığını alır...”
        
         Odatv.com

13 Mart 2010 Cumartesi

Postmodern İslamın öncülerinden Sir Seyid Ahmet Bahadır Han

          Kapitalizmin dayattığı sorunlara çare bulma hareketleri olarak Müslüman toplumların kalkınması ile ilgili fikir hareketleri, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu fikir hareketleri, yüzyılın sonlarına doğru emperyalist aşamaya ulaşan kapitalizme karşı göreli direnme ve işbirliği yönündeki temel sorunda tutum belirlemek zorunda kalmışlardır.
           A.Adnan Adıvar bu akımlara “ne bir reform, hatta ne de bir yenileşme hareketi demek olanağının bulunduğunu” belirtir. 1
           A.Adnan Adıvar’ın “ne bir reform, hatta ne de bir yenileşme hareketi demek olanağının bulunmadığını” belirttiği emperyalizmle işbirliği yönünde gelişen akımın öncülerinden olan Seyit Ahmet Han 1817 yılında Delhi’de dünyaya gelmiştir. Baba ve anne tarafından ataları Babürlü saltanatı yıllarında üst düzey görevlerde bulunmuş kimselerdir. Anne tarafından dedesi Hindistan genel valisi Lord Wellesley’i İran şahı Ali Şah Kaçar’ın duruşmasında temsil etmişti.2 Babası Delhi kalesindeki mahkemede görevlidir. Rahat ve eğlenceli bir çocukluk devresi geçirir. Babasının ölümünden sonra amcasının görevli olduğu (kadı yardımcısı) Doğu Hindistan şirketi idaresindeki bir sivil mahkemenin kayıt memuru olarak işe başlar. Hakimlik derecesine kadar yükselir. 1855’te baş hakim olarak Bicnor’a tayin edilir. O, daha 1857’deki Hint isyanından önce İngiliz dostlarının ısrarını kıramayarak Kelam alanında yeni görüşlerini ortaya koymuştur3 Seyid Ahmet Han Bicnor’da hakim olarak bulunurken 1857 bağımsızlık savaşı patlak verir.
          İngilizler Seyit Ahmet Bahadır Han’ı bağımsızlık savaşındaki İngiliz yanlısı tutumu dolayısıyla takdir ederek “Hint Yıldızı” nişanıyla ödüllendirirler. Ahmet Han Müslümanları sürekli İngiliz idaresiyle iyi geçinmeye davet eder. Bu nişan da ona herhalde Bakara suresinin cihadla ilgili ayetlerini ‘ululemre’ uygun tefsir etmesi dolayısıyla verilmiştir. İlk başta ele aldığı ayetlerin tefsirinde Mekke’li müşriklerin, Müslümanlara işkence etmesine ve onları çok zor şartlarda yaşamaya mahkum etmesine rağmen onların silaha sarılıp karşılık vermediğinden uzun uzun söz eder.4 Böylece o, Müslümanların İngiltere’ye silahla ya da herhangi bir biçimde karşı koymamaları gerektiğini belirtir. Seyit Ahmet Bahadır Han, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicreti içinde “Mekkeli müşrikler Müslümanlara ilişmeyip rahat bir şekilde ibadetlerini yapmalarına müsaade etseydi ve Hz. Peygamberi öldürme planları yapmasaydı Müslümanların Medineye göçmeyeceğini de belirtirken ise İngilizlerin egemenliğini besleyen, haklılaştıran, geliştirmeye çalışan bir çaba içindedir. Yine aynı yöndeki yöneltmeyle fertlerin Müslümanlığına dokunulmayan bir toplum içersinde oranın halkı ve idarecileriyle iyi geçinerek hayat sürmek de pekâlâ İslami’dir.5 Yani işgal altında bile topluluğun dinine dokunulmuyorsa her şeye katlanılabilir. Doğal ki bu İslam’a da Haçlı İslam’ından başka bir şey denilemez.
           O, Müslümanların yanında saf tutmuş gibi görünerek İngilizlerle işbirliği yaparken bağımsız ve özerk görünümlü bir İslamcı aydın görüntüsü çizer. İngiliz yanlısı düşüncelerini Kur’an’a söylettirir. İngiliz oryantalistlerinin metin okuma ve değerlendirme metotlarını iyi kullanır. Yorumları her zaman İngiliz egemenliğinin güçlenmesini geliştiren yöndedir.
          “Sir” Tezhib-i Ahlak adlı Urduca çıkardığı gazetesinde Hindistanlı Müslümanların, Victoria İngiltere’sinin tüm yaşam tarzını benimsemelerini gönülden tavsiye etmektedir. 6
          İngilizler bir yandan bölgenin zengin ve ucuz hammadde kaynaklarını sonuna kadar sömürerek endüstrilerinin gelişmesini bir üst noktaya sıçratırken diğer yandan bura halkının üzerinde ideolojik hegemonyalarını kurmaya çalışıyorlardı. Eğitim dilinin Farsçadan İngilizceye çevrilmesiyle de çok sayıda oryantalist ve misyoner çalışma yapmaya başlamıştır. İngilizler bölge halkı için üniversite ayarında kolejler açarak oryantalistlerinin İslam ve Müslümanlarla ilgili kitap ve makalelerini yayınlıyorlardı. Bu durum onlara kendilerine hizmet edebilecek elemanları devşirme olanağını vermiştir.
         İngiltere himayesinde yürütülen misyonerlik propagandaları ve Hıristiyanlaştırma faaliyetleri sonucunda hedef kitle olarak seçilen Hindu, Budist, Sih vb. ile birlikte bazı Müslümanlarda Hıristiyan yapılmıştır.7
         Cemaleddin Afgani, çağdaşı ve rakibi “Sör” ünvanlı Seyid Ahmet Bahadır Han hakkında, onu sürekli çizgiden ve İslam’dan sapmakla suçlayarak şöyle diyor: “Vaki olduğu üzere, Ahmet Han Bahadır adında bir adam, bazı avantajlar koparmak için, İngilizlerin çevresinde dönüp duruyordu. Kendini onlara tanıttı ve dinini bir tarafa atıp İngilizlerin dinini benimsemek için girişimde bulundu. Dersine, Tevrat ile İncil’in bozulmamış veya tahrif edilmemiş olduğunu gösteren bir kitap yazmakla başladı. Doktrini, İngiliz yöneticileri memnun etti ve onda, Müslümanları yoldan çıkaracak en iyi araçları gördüler. Onu desteklemeye onurlandırmaya ve Aligarh’da müminlerin oğullarını yakalamak için bir kapan olarak kullanacakları, bir İslam koleji kurmasına yardımcı olmaya başladılar...” 8
        Ona İngilizlerce “sır” ünvanının verilmesi de Müslümanların Hindularla birlikte oluşturduğu faaliyetlere şiddetle karşı çıkması9 ve İngilizlerle işbirliğini savunması nedeniyledir. İngiliz karşıtı olan Milli Kongre’yi tenkit ederek Müslümanların eğer buraya katılırlarsa İngilizlerin teveccühüne mazhar olamayacaklarını belirtmiştir.10 Onların kendi kurmuş olduğu “Yurtseverler Cemiyetinde” bir araya gelmesini ister. İngilizler de doğal ki bütün bunları karşılıksız bırakmayarak onu ‘sir’ yaparak onurlandırırlar.
         “Sir”, kendine yönelen eleştirilere karşı da arkasını İngiliz desteğine, daha doğrusu İngiltere gibi “güneş görmeyen” bir devlete sırtını verdiğinden olsa gerek bastıran ya da umursamayan bir tutum takınmıştır. 11
         Sör Seyid Ahmet Bahadır Han 1857’de İngilizlere karşı girişilen ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlanması koşullarında, Hintlilerin ve özellikle Hintli Müslümanların geçirdikleri (siyasal, ideolojik) ciddi sarsıntı koşullarında İslam’a yeni bir yorum getirmiştir. Açıktır ki yorum sıkıyönetim koşullarında bağımsızlık dalgasının geri çekilişini fırsat bilerek yapılmıştır.
           W.Montgomery Watt’da, Müslümanların korkunç bir biçimde tepelenmesinden ve arkasından gelen acıklı durumdan sonra Seyit Ahmet Han’ın Müslüman halkın ruhunu, onları İngiltere ile işbirliği siyasetini kabule ikna etmek suretiyle diriltme işine koyulduğunu12 belirtiyor.
           Bu süreçte Delhi ve yakınındaki İslam aristokrasisi dumura uğramış, direnenlerin topraklar müsadere edilmiştir. Onun en çok vurguladığı söylenen Allah’ın kelamıyla (Kur’an) eserinin (tabiat) uyum içinde olmasının maksadı ise bizce Allah kelamının o günün gerçeğine uydurulmasıdır. Doğal ki bu gerçek İngiliz muhibbi’den kaynak alır. O, “İbn Teymiyenin içtihat kapısının hala açık olduğu ve kapalı kabul edilmemesi gerektiği yolundaki tezine bağlıdır”. 13
           Fazlur Rahman “onun ‘tavizsiz çağdaşçı’ çalışmalarının İngiltere’de kısa bir süre kaldıktan sonra 1860’larda başladığını” belirtiyor.14 Bunu siz İngilizlerle işbirliğinin planlı hale geldiği biçiminde okuyabilirsiniz.
            Kuranın günümüz gerçeğiyle uyuşmazlıkları bizim “onu anlayıp yorumlamamızdaki eksikliktendir”.15 İşte görüyorsunuz kabahat bizdedir. Biz Kuran’ı iyi okuyamıyoruz.
           Pervez Hoodbhoy onun için İslam düşünürleri içinde en radikal (hayasızlıkta okuyun) ve tartışmalı kişiydi saptamasını yapıyor.16
           Ülkesine boyun eğmeyi öğütleyen ar damarı çatlamış kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, köksüz mandacı aydın radikalizmi.. Günümüz postmodern aydın! radikalizmi gibi.. Onun çağdaşçılığı ve reformizmi sonuçta, Aziz Ahmet’in doğru gözlemiyle Batıyla bir bütünleşmedir.17 Daha doğrusu Batı’nın kölesi olma..
            Çünkü “Sir”, “bizler İngiliz hükümetine bağlı ve adamışız” diyor.18 Burada İslam artık var olabilir mi? Yoksa bu Haçlı İslam’ı mı olur?.
            Dostları da bir insanın kişiliğini ortaya koyabilir. Onun Osmanlı imparatorluğundaki çok yakın bir dostu, kendi gibi bir İngiliz işbirlikçisi hatta ajanı diyebileceğimiz John Louis Sabuncu’dur. Politikasını İngiliz politikasının değişimiyle değiştiren ya da ona göre biçimlendiren Louis Sabuncu, gazetesinde fikirlerinin babası olan Wılfrıd Scaven Blunt gibi Arap topraklarındaki Osmanlı idaresine şiddetle karşı çıkıyor, Osmanlı hilafetinin uydurma olduğunu savunuyor ve Arap halifeliğinin yeniden ihdasına çalışıyordu.19 İngiliz ajanı Blunt’la Ortadoğu’da ve Mısır’da Osmanlı devletine karşı birlikte çalışmışlardır.20 Kaleme aldığı her türlü eserin birer suretini gönderdiği Sir Seyit Ahmet Bahadır’ın yayınladığı altı maddelik bir layihayı değerlendirerek tamamen katıldığını da belirtmiştir.21
          Her neyse büyük ‘Sir’, ABD’nin yükselişini de görmüş olsa gerektir. Şöyle diyor: “ABD başkanlık sistemi ilk kez Müslümanlar tarafından uygulanmıştır”. 22
         Onun reform ve ilericilik adı altında kalkıştığı dava İngilizler tarafından tescilli, Kadıyaniliği doğurur. Bunun da kurucusu Mirza Gulam Ahmet Kadıyani’dir. Gulam Ahmet’de 1864-1868 yılları arasında Sialkot’da Bölge idare mahkemesinde küçük bir memur olarak bulunduğu sırada keşfedilmiştir. Zaten daha başından itibaren o da İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu ve sulh ve güven içinde yaşattığından onlara başlarından uzaklaşmamaları için dua ettiğini belirtmiştir.23 1885 yılında ise o artık, Allah’ın dini yenilemek için gönderdiği kişidir. Dinler arası uzlaştırıcı ya da günümüzdeki adıyla diyalogcu olarak karşımıza çıkar. Kadıyaniler İngiliz hükümetiyle koordineli çalışan guruplardandır.24 Cihadın Müslüman olmayanlara karşı savaş anlamına gelmediğini belirterek İslam ile Hıristiyanlık arasındaki farkı sıfırlamaya çalışır.
         Mirza Gulam Ahmet şöyle söylüyor: “Ömrümün çoğunu İngiliz hükümetini destekleyerek ve ona yardım ederek geçirdim. Cihadın iptali ve ulu’l-emr (emir sahibi) mevkiinde gördüğüm İngiliz hükümetine itaatin vacipliğine dair yazdığım kitap ve yazılar bir araya getirilse elli kütüphane doldurur. Bu kitapların tümü Arap dünyasında, Mısır, Şam ve Kabilde neşredildi.25 Diyecek bir şey yok. Uşaklık ölçü kabul etmiyor. İngilizlerin de burada artık ‘nankör’ olduğu görülmelidir.
         Fakat şu da bir gerçek ki yine de halklara, milletlere köleliği kabul ettirememişlerdir. Bu hareket en sonunda İslam dışı bir azınlık olarak ilan edilerek26 Müslümanları temsil etme özelliğini de kaybetmiştir. Bu da önemli olsa gerek.
        Kadıyanilik toplumda, karamsarlığı, gelecekten ümitsizliği, teslimiyeti geliştirmiştir. Gulam’ı da belirtmeye bile gerek yok ki postmodern mandacı İslamcı aydın nitelemesi içinde değerlendirebiliriz. O, boynuzun kulağı geçtiği gibi Sir’i bile geride bırakmıştır.

1-A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din), Remzi kitabevi, İstanbul
1994, s.388.
2-Ş.A.Düzgün, Seyid Ahmet Han ve Entelektüel Modernizmi, Akçağ yayınları, Ankara 1997, s.31
3-Bkz. Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çevirenler. Alpaslan Açıkgenç, M. Hayri Kırbaşoğlu, Fecr yayınları, Ankara 1990, s.139
4-Abdülhamit Birışık, Hind Altkıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları, İstanbul 2001, s.338
5-Agy.s.339
6-Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr yayınevi, Ankara 1990, s.145
7-Abdülhamit Birışık, Hind Altkıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları, İstanbul 2001, s.138
8-Seyid Cemaleddin Ahmed “The materialists in İndia” (Hindistan’daki Maddeciler) El-Urve el- Vuska 28 Ağustos 1984’ten aktaran Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim, s.99
9-Bkz. Abdülhamit Birışık, Hind Altkıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları, İstanbul 2001, s. 327
10-Bkz. Ş.A.Düzgün, Seyid Ahmet Han ve Entelektüel Modernizmi, Akçağ yayınları, Ankara 1997, s.28
11-Abdülhamit Birışık, Hind Altkıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları, İstanbul 2001, s.329
12-W Montgomery Watt, İslami Hareketler ve Modernlik, İz yayıncılık, Türkçesi. Turan Koç, İstanbul 1997, s.101
13-Aziz Ahmet, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, Türkçesi Ahmet Küskün, Yöneliş yayınları, İstanbul 1990, s.52
14-Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çev. Alpaslan Açıkgenç, M.Hayri Kırbaşpoğlu, Fecr yayınları, Ankara 1990, s.139
15-Bkz. Ahmet Han, Tefsir, I, s.20’den aktaran Şaban Ali Düzgün. Seyit Ahmet Han ve Entelektüel Modernizmi Akçağ yayınları, Ankara 1997, s.162
16-Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim, cep kitapları, s.89
17-Aziz Ahmet, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, s.155
18-A.g.e, s.153
19-Azmi Özcan, Yerini Bulamayan Bir Gazeteci John Louis Sabuncu ve İstanbul Yılları, İstanbul Araştırmaları, Sayı:5, Bahar 1998
20-A.g.y
21-A.g.y.
22-Orhan Koloğlu, İslamda Değişim, Gür yayınları, İstanbul 1993, s.121
23-Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk yayınları, Ankara 1983, s179
24-Abdülhamit Birışık, Hint Alt Kıtası Düşümce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları, İstanbul 2001, s.109
25-Ebu’l Hasan en Nedvi’den aktaran Muhammed El Behiy, Çağdaş İslam düşüncesinin Oluşumu ve Batı I, s.42
26-Orhan Koloğlu, İslamda Değişim, Gür yayınları, İstanbul 1993, s.117. Ayrıca bkz.Abdülhamit Birışık, Hind Altkıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları, İstanbul 2001, s.195



11 Mart 2010 Perşembe

Dün Ankara Gölbaşı yakınlarında “Alemdar” kamyonu yakalandı.

Kasasında bine yakın el bombası bulundu.

Devletin televizyonu, “seri numaraları silinmiş” diye feryat etti.

Alemdar, Emniyet Müdürlüğü’ne çekildi.

Askerler “sevk irsaliyesi”ni ve kimliklerini gösterdikleri halde, inceleme başlatıldı.

İhbar vardı çünkü...

Sonunda işlemin, askerlerin rutin mühimmat taşıma işi olduğu anlaşıldı.

Alemdar yoluna devam etmek üzere serbest bırakıldı.

Kamyonun adı Alemdar falan değildi tabii ki...

Alemdar, Kurtuluş Savaşı öncesi İstanbul hükümetinden gizli olarak Anadolu’ya silah taşıyan Danimarka yapımı, silahsız bir yük gemisiydi.

1982 yılında satıldı, jilet oldu.

Alemdar aslında İngilizler ile işbirliği yapan İstanbul hükümetinin kurtarma gemilerinden biridir. Kurtuluş Savaşı neferleri tarafından kaçırılır.

362 ton kapasitesiyle işe yarar durumdadır. 12 mile kadar hız yapabilmektedir. Gücü de fena sayılmaz (750 beygir).

1921 yılının Ocak ayında dokuz denizci gemiyi Fransız ve İngiliz gemilerinin arasından sıyrılarak Karadeniz’e yönelir.

Tam boğaz çıkışına yakın, yolları kesilir.

Gölbaşı yakınlarında yolu kesilen Alemdar kamyon gibi...

İngiliz karakol gemisi, nereye gidildiğini sorar.

Alemdar’dakiler evraklarını çıkarırlar... Karadeniz’de batan bir gemiyi kurtarmaya gittiklerini söylerler.

Büyük bir şans eseri olsa gerek, İngilizler gemiyi gerisin geri İstanbul’a çekmezler, gitmesine izin verirler.

Alemdar, tüm hızıyla Karadeniz’e açılır ve rotasını Ereğli’ye çevirir.

Kısa süre sonra Alemdar’ın kaçırıldığı anlaşılır ve İşgal Kuvvetleri Komutanı, Alemdar’ın yakalanması, teslim olmaması halinde de batırılması emrini verir.

O sıralarda Alemdar, Ereğli Liman Reisi Nazmi Bey’in güvencesi altına girmiştir bile.

26 Ocak tarihinde de İsmail Hakkı Kaptan yönetiminde Trabzon’a doğru yola çıkar.

Kendi topraklarında, Sinop Bababurnu açıklarında Alemdar, Fransız devriye botu ile karşılaşır.

Alemdar kuşatılmıştır.

Askerlerden ancak ikisinde silah vardır.

Fransız devriyelerden bazıları Alemdar’a geçer ve gemi rotasını Zonguldak’a yöneltir.

Zonguldak zaten Fransız işgali altındadır. Gemi didik didik aranır.

Gemi yeniden İstanbul’a doğru yola çıkar.

Bundan sonrası tam bir kahramanlık öyküsüdür. İsmail Hakkı Kaptan ve ikinci Kaptan Ali Dursut Tevetoğlu, diğer arkadaşları ile de anlaşarak Fransız askerleri etkisiz hale getirirler ve yeniden geminin rotası Ereğli’ye çevrilir.

Ama Alemdar’ı bir mil geriden takip eden Fransız hücumbotu, yaklaşarak geminin rotasını İstanbul’a çevirmesini ister.

İsmail Hakkı Kaptan dinlemez ve yarış başlar.

Fransız hücumbotu kolaylıkla Alemdar’ı batıracak güçtedir, ama esir Fransız askerleri nedeniyle bunu yapamamaktadır.

Ereğli sahillerine geldiklerinde ise, Kurtuluş Savaşı neferleri kayıklarla Fransız hücumbotuna saldırırlar.

Fransız hücumbotunun tüm çabalarına karşın Alemdar kendini bekleyen güçlere sığınmayı başarır.

Bu öykü ile Gölbaşı’ndaki Kamyon Alemdar öyküsü arasında bir bağ kurabildiniz mi?

Sanki Kamyon Alemdar işgal edilmiş bir ülkenin karayolunda ilerliyormuş gibi değil mi?

Aklımıza bu öykü geldi, anlattık.



Odatv.
 
Gönderen: Engin Buran

10 Mart 2010 Çarşamba

Washington'da MHP milletvekilinin de katıldığı CFR(Dış İlişkiler Konseyi) toplantısında Işık Koşaner Paşa hedef gösterildi

         ABD'deki düşünce kuruluşlarından Woodrow Wilson Center'da, "Türk Ordusunun Rolü Üzerindeki Kriz" başlıklı toplantı düzenlendi.
        Toplantıda konuşan MHP İstanbul milletvekili Mithat Melen, iktidarların seçimle gelip seçimle gitmesi gerektiğini vurguladı.
        Türkiye'de ordunun uzunca bir süre savunmadan çok siyasetle ilgilendiğini ifade eden Melen, bazen politikacıların da buna davet çıkardığını belirtti.
        Ordunun siyasetten çok, savunma konularıyla uğraşması gerektiğine değinen Melen, askerlerin kanıt gösterilmeden uzun süre tutuklanmasının da doğru olmadığını kaydetti.
        Türkiye'nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu söyleyen Melen, ancak hükümetin de anayasa değişikliği tartışmalarında hatalar yaptığını, konuyu parlamentodan çok "sokakta ve medyada" konuştuğunu savundu.
        Bunun yanında yargıda da reform gerektiğini vurgulayan Melen, tüm bu meselelerin parlamento içinde çözülmesi gerektiğini yineledi.
        Melen, Türkiye'de insanların mutlu olmadığını, sürekli tutuklama ve gözaltıların vatandaşları rahatsız ettiğini söyleyerek, "Hükümete, özellikle de parlamentoya güven kaybedilmemeli. Bu konularda parlamento öncü rol oynamalı" dedi.
        Dış İlişkiler Konseyi (CFR) adlı düşünce kuruluşunun uzmanı Steven Cook da, Türkiye'deki darbe ve müdahalelerin askerin "zayıflığını" gösterdiğini savundu. Cook, "hükümetin, Ergenekon ve 'Balyoz planı' iddiaları çerçevesindeki soruşturmalarla güçsüzleşen orduya salt siyasi oportünizm anlayışıyla kimin patron olduğunu göstermeye çalıştığını ve askere sivil yönetim altında olduğunu hatırlattığını" ileri sürdü.
        Cook, Türkiye ile İsrail arasında gerginlik yaratan Anadolu Kartalı tatbikatının aslında iki ülke ilişkileriyle pek de alakalı olmadığını, bunun iç politika ve hükümetin ordu üzerinde kurmak istediği etkiyle ilgisi olduğunu iddia etti.
        Lehigh Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü ve Carnegie Endowment adlı düşünce kuruluşunun uzmanı Henri Barkey (CIA) de, Türkiye'de "AK Parti ile ordu arasında kavga olmadığını, bu süreci daha büyük çerçevede, sivil-asker, toplum-asker arasında bir olay olarak gördüğünü" söyledi.
        Türk siyasetinde ordunun 1961 anayasasında partilerden daha liberal rol üstlendiğini, ancak zamanla toplumun gerisinde kaldığını ve özellikle 1980 darbesinden sonra değişime direnen bir konuma büründüğünü savunan Barkey, Türkiye'nin de "çok ideolojik bir ülke" olduğunu ileri sürdü.
         Barkey, "Kemalist ideolojinin şu anki durumunun Atatürk'ten kaynaklanmadığını, ondan sonra gelenlerin ideolojiyi katılaştırması nedeniyle bu hale geldiğini" savundu.
         Türkiye'deki değişimde AK Parti'nin önemli bir rol üstlendiğini, ileride tarih yazacakların bunu anlatacağını ifade eden Barkey, hükümetin pazar ekonomisinde çok başarılı olduğunu, ancak kültürel ve siyasi liberalizm alanlarında noksanları bulunduğunu söyledi.
         Şemdinli davası dosyasını hazırlayan savcının görevinden alınmasının genç savcılarda ters tepki yarattığını öne süren Barkey, buna karşın yargının üst düzey organlarının ise hala orduya destek verdiğini kaydetti.
         Barkey, "hükümetle ordu arasındaki olan ya da olmayan çatışmanın ülkeyi gelecek haftalarda nereye taşıyacağına dair tahmininin" sorulması üzerine, gerilimin artacağı ve kriz dönemlerinin olacağını iddia etti. Ağustos ayında TSK'da komuta kademesinin değişeceğini, Genelkurmay Başkanlığına şimdiki Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner'in gelmesinin öngörüldüğünü belirten Barkey, "çok farklı bir dünya görüşüne sahip bir kişilik" olarak nitelendirdiği Orgeneral Koşaner'in "küreselleşmenin Türkiye'nin düşmanı olduğunu ve büyük tehdidin Amerikalılar ve Avrupalılar tarafından fonlanan sivil toplum örgütlerinden geleceğini" savunduğunu öne sürdü.
          Bu durumun bir gerilim kaynağı yaratabileceğini savunan Barkey, "Genelkurmay başkanlarına dair atamanın, Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından onaylanması gerekiyor. Bu yıl onların, 'Hayır, ondan hoşlanmıyoruz' demeleri düşünülebilir" yorumunda bulundu.

kaynak: Güncel Meydan

METİN AKPINAR: Alternatif Ergenekon davası

BRAVO METİN AKPINAR'A !..


METİN AKPINAR: Alternatif Ergenekon davası

NE GÜZEL BİR RUYA.. HUKUKU rezil ederseniz OLACAGİ DA BUDUR !!

Sevgili Metin Akpınar ne güzel özetlemiş AKP nin oynadığı oyunu!!!..
Liberal Aydınlar, iktidara karşı güçlü bir Muhalefet Sergiledikleri için
Aylardır, hatta yıllardır tutuklu aydınlarımız için Şöyle diyorlar:
"Onlar Için üzülüyoruz, ama Ergenekon çok önemli bir dava,
Hatta Asrın davası, Böyle davalarda olur böyle şeyler. Suçsuz olanlar, eninde sonunda beraat Eder, özgürlüklerine kavuşurlar. "
Bu yazarlarımızın ağızlarından hiç düşürmedikleri bir kelime vardır: Empati.
PKK için, türbanlılar için, milli görüşçüler için, Ermeniler için, Kıbrıslı Rumlar için Herkesin empati yapmalarını beklerler. Ama onların da Silivri'de yargılananlar için Empati yapması gerekmiyor mu? Ben onların adına empati yapıyorum ve onlar adına hayal kuruyorum.

İŞTE HAYALİM :
Tarih 02.11.2013 Tarihli Hürriyet GAZETESİNDE yer alan haber:
AKP'nin iktidardan düşmesinden sonra polisin 15 Nisan 2011 tarihinde yaptığı baskınlarla ortaya çıkartılan, kısa ismiyle FTÖ olarak bilinen Fethullah terör örgütü davası Silivri'de nihayet başladı. 15 davada tutuksuz, 480 tutuklu, toplam 495 kişi yargılanıyor. Kimlik tespitinden sonra 3.567 sayfalık iddianamenin okunmasına geçildi. Mahkemeye sunulan bir kamyon Dolusu ek klasörün nasıl inceleneceği merak ediliyor. İddianamenin okunmasının birkaç Ay sürmesi bekleniyor.

Sanıklar arasında Cengiz Çandar, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Hasan Cemal, Engin Ardıç, Emre Aköz, Mahmut Övür, İsmet Berkan, Ruşen Çakır, Yiğit Bulut, Ergun Babahan, Şamil Tayyar, Fehmi Koru, Mustafa Karaalioğlu, Şahin Alpay, MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE, Hadi Uluengin, Ethem Sancak, Ergün Özbudun, Lale Mansur, Oral Çalışlar gibi çok önemli (!) gazeteciler, akademisyenler, gazete patronları, Bilim adamları ve sanatçılar bulunduğu için bu davaya asrın davası deniyor.

İddianamede, FTÖ'nün, polis, yargı, MİT, Ordu, Milli Eğitim gibi Kurumların içine sızarak, medyayı ele geçirerek cumhuriyetimizi yıkmayı ve yerine ABD'nin de desteğiyle ılımlı bir islam devleti kurmayı amaçladığı, kendilerine boyun eğmeyen Yazar ve her türlü aydınları baskıyla satın aldıkları, ya da iftiralarla hapislerde süründürüp susturdukları iddia ediliyor.

Adının gizlenmesini isteyen, tutuklu sanıklardan ünlü bir iş adamının kızı, babasının örgüt üyesi olmadığını, baskı nedeniyle örgütün gazete ve televizyon kanallarına Reklam vermek zorunda kaldığını iddia etti.. Bilindiği gibi çok sayıda iş adamı, çeşitli kanallarla örgüte para yardımı yapmakla suçlanıyor.

İddianamede sanıkların bir bölümünün doğrudan örgütün içinde yer aldıkları, Bir kısmının örgütün düzünlediği Abant toplantılarına katıldıkları, ABD'de bulunan "Ben Numara" ile, ya da örgütün diğer ileri gelenleriyle söyleşi yaptıkları, bazılarının ise örgütle doğrudan hiçbir teması olmamakla birlikte, köşe yazılarıyla örgüte stratejik destek verdikleri iddia ediliyor.

Sanıklardan Şamil Tayyar'ın Avukatı, müvekkilinin yasadışı dinlendiğini, özel hayatıyla ilgili, Hatta karısıyla yatak odasında yaptığı konuşmaların safra iktidar yanlısı yandaş medyada çarşaf çarşaf yer aldığını, hatta kemalist bir yazarın daha iddianame hazırlanmadan FTÖ davasıyla ilgili kitap yazdıklarını iddia etti.

Polis tarafından derdest edilip götürülürken, "Ben CIA "ajanı değilim, bu dava Nato'dan geri döner "diye bağırdığı bilinen Cengiz Çandar'ın Avukatı, bugün düzenlediği basın toplantısında,

"FTÖ davasıyla ADALET katledilmiştir, müvekkilim demokrasiyi savunduğu için yargılanmaktadır, müvekkilimin ne FTÖ ile, ne de CIA ile ilişkisi yoktur "dedi.

Ahmet Altan mahkeme salonuna girerken, "Uluslararası şirketlere sesleniyorum. Bu dava küreselleşme karşıtı Kemalist bir darbedir. Ben ve kardeşim küresel şirketlere hep Sahip çıktık, onlar da bana ve kardeşime sahip çıksınlar "diye seslendi. Kalabalığı gözleriyle tarayan Ahmet Altan'ın, Soros'un şöförünü Kalabalığın arasında

Görünce hüzünlendiği görüldü. "Küresel güçlere güvenim sonsuz" dedi.

Dava ile ilgili görüşüne baş vurduğumuz Mustafa Balbay, gülümseyerek, "Sanıklar üzülmesinler, suçsuz olanlar eninde sonunda beraat eder, üç dört yıl içinde özgürlüklerine kavuşurlar "dedi.

Hasan Cemal'in savunmasını kendisinin yapacağını öğrenen Ruşen Çakır'ın, "Hasan Cemal savunmasını kendisi yaparsa ömrüm davanın sonunu görmeye yetmez "dediği iddia ediliyor.

Metin Akpınar
 
Gönderen: Hakan Sırt

AMERİKA, DENİZ KUVVETLERİMİZDEN NEDEN RAHATSIZ

        Sevgili dostlarım dikkat ederseniz Medar-ı iftiharımız olan Türk Silahlı Kuvvetlerimiz son iki yıl içersinde yoğun bir şekilde ‘Ergenekon’ adı altında baskı altına alınmaktadır.. Dostlarla bir araya geldiğimde Küresel Jandarma ve şürekası (!...) son günlerde neden özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanlığımızı yıpratmaya yoğunlaşmıştır sorusuna muhatap oluyorum.. Olayların farkında olan siz değerli dostlarımın kafalarında oluşan bu soruyu kısaca cevaplandırmaya çalışayım.
       Umarım burada dile getirdiklerim , Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün korkusuz ve uyanık neferlerini bilinçli kılar.. Önce küresel dev tarafından Deniz Kuvvetlerimiz üzerinde kurgulanan yıpratma faaliyetleri hakkında kısa kronolojik bilgiler vermeliyim..
      1- Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Sayın Özden Örnek ve irtica ile mücadele eylem planı (darbe günlükleri..,) Serbest kaldı ( 26 Şubat 2010)
      2- Ergenekon soruşturması kapsamında Taraf gazetesince yapılan bir ihbar üzerine Sualtı Taarruz (SAT) Grup Komutanlığının eğitim alanı olan İstanbul’un Beykoz ilçesinin Poyraz köy mahallinde yer altına gömülü bulunan silah ve mühimmat!?..
      3-Yine İrtica ile Mücadele Eylem Planının altında imzası olduğu iddia edilen Deniz P. Kurmay Albay Dursun Çiçek meselesi..
      4- Kuzey Deniz Saha Komutanlığında görevli Deniz Kurmay Yarbay Ali Tatar’ın , iki amirale yönelik suikast raporu düzenlediği nedeniyle tutuklanması ve sonra serbest bırakılmıştı. İkinci kez tutuklanacağını hissedince gururuna yediremeyip intihar etmesi..
      26 Şubat 2010 tarihinde ‘suikast notunun’ Deniz Kurmay Yarbay Ali Tatar'a ait olmadığı belirlendi..Hiç yok yere Türk Levent’inin intihar etmesine Deniz Kuvvetleri camiasının sarsılmasına ve ailesinin yıkılmasına neden olundu..Bunu reva görenler, ben Müslüman’ım diyebilir mi sorarım sizlere?!...
      Yaşatılanlar ; vicdan, iman,insanlık, merhamet, hukuk gibi değerleri hiçe sayan EMEVİLERİN yaptıklarını bile geride bırakacak niteliktedir.. …Yazıktır yazık!...
      6- Rahmi Koç müzesinde yapılan incelemede bulunan mühimmatın , Taraf gazetesince Ergenekon’la ilişkilendirilmesi..
     7- Güney Deniz Saha Komutanlığında görevli Deniz Kurmay Albay Berk Erdem in intiharının ( “İntiharın nedeni Ergenekon mu ?”) şeklinde kamu oyuyla paylaşılarak Ergenekon’la ilişkilendirilmesi....
      Zira bu intihar , Ergenekon soruşturmasının başlamasından bu yana Deniz Kuvvetleri’nde yaşanan 7’nci intihardır ve son derece manidardır!..
      Yukarıda yaşatılan acımasızlıklara , Sayın Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit bakınız nasıl çürütecek şekilde cevap veriyor..?..
      "Biz Komutanlar Personelimizle Tek Vücut Halindeyiz ve Personelimizin Nefes Alışını Bile Hissederiz"
      Konuyu burada kapatarak şimdi de neden özellikle Deniz Kuvvetleri ? sorusuna cevap arayabiliriz..
      Önce dünyada tüm savaşların yer altı ve yer üstü kaynaklara hakim olmak hırsından çıktığının altını çizmeliyiz..
      Malumunuz Karadeniz ülkeleri dışında; Fransa , Yunanistan ,İtalya , İngiltere ve eski Yugoslavya’nın halefi olan Sırbistan –Karadağ’ın taraftır. Ancak Amerika’nın karşı olduğu ve 1936 yılında imzalanan Montrö ( Montreux) Boğazlar Sözleşmesi Ulu önderimiz Atatürk’ün eşsiz öngörüsüyle dönemin şartları içinde ilgili taraflara kabul ettirilmiştir.
       Sözleşmeye taraf olmayan Amerika bu isteğini antlaşmaya taraf olan Romanya üzerinden gerçekleştirerek ‘kendi oyun planını’ uygulamaya sokma çabasındadır..
       Peki Amerika ne peşindedir?
       Açıklamaya çalışalım, antlaşmaya göre denizaltılar , uçak gemileri ve 15.000 tonun üzerindeki gemiler Türk boğazlarından Karadeniz’e geçiş yapamazlar.
       Daha açıkça söylemek gerekirse, Amerika’nın bu denize sokacağı gemilerin boyu , tonajı ve nitelikleri Montrö boğazlar sözleşmesine aykırıdır..
       Peki Amerika Karadeniz’de donanması olsun ister mi?
       Çok nedeni vardır ancak tek bir neden olaya açıklık getirebilir..
       Bölge ülkeleri namütenahi enerji kaynaklarına sahiptir.Hal böyle olunca .Küresel dev , Rusya’nın Akdeniz yoluyla dünya pazarlarına satabileceği en önemli hammaddeyi kontrol etmek isteyecektir..Bu stratejiyle Rusya federasyonunu güneyden çevirip göz dağı vermek istemektedir..
       O nedenle de antlaşmaya taraf olan ülkelerin ya NATO’ ya, ya da AB. sokulması hedeflenmektedir..
       Yine peki, hukuk tanımayan , vurup geçtiği yerlerde yaptığı tahribatı görmezden gelen Küresel devin , fütursuz girişimlerine kim karşı çıkıyor dersiniz?
       Tabii ki Türk Silahlı Kuvvetlerin ayrılmaz bir parçası olan
       Deniz Kuvvetleri Komutanlığı…
       Nasıl mı karşı koyuyor?..
       (…….)Kısaca anlatayım..
       Karadeniz’de güvenlik , Türk Deniz Kuvvetlerine bağlı gemiler tarafından başarıyla sağlanmaktadır.
       Amerika’nın tek isteği , ‘transit geçiş’ şartlarını ülkemize ve dünyaya kabul ettirmektir..Bu sayede boğaza hakim olan devletin , geçen gemiler üzerinde etkili ve yetkili olmaması sağlanacaktır..
       ABD. Donanmasının 6 filosuyla , Orta Doğuda kurduğu hakimiyeti bu bölgede de kurarak , Rusya Federasyonunun Karadeniz , Kafkaslar ve Hazar havzasındaki artan gücünü söndürmeyi hedeflemektedir..
       ABD.’in Irak işgali öncesi Trabzon ve diğer Karadeniz limanlarıyla ilgili henüz hafızalardan silinmemiştir ve dikkate değerdir.
       Küresel gücün Transit geçiş isteği tehlikelerle doludur.. Kabul edildiği takdirde üstten uçmak başta olmak üzere denizatlılar ile sualtından geçmek hakkına da sahip olunacaktır..
        Bütün bunlara rağmen , Deniz Kuvvetlerine bağlı Sahil Güvenlik Komutanlığının seçkin personeli , amansızca gemilerin antlaşma şartlarına uygun şekilde geçişini sağlamaktadır..
       Sonuç olarak uygulanan strateji , küresel gücü son derece huzursuz etmektedir..Zira Orta Asya petrolü , tüm dünyaya kusursuzca ve adil şekilde Türk denizcileri sayesinde ulaştırılmaktadır..
       Bu uygulama karşısında , “nimetlerin adaletsiz dağıtımını” ilke edinmiş Küresel dev köpürmesinde, kim köpürsün.
       Umarım mesele daha fazla anlatmaya gerek kalmayacak şekilde aydınlanmıştır.. 28 Şubat 2010 İzmir
       En derin saygılarımla…

Fevzi MORAY
E.P.KD.ALBAY

Gönderen: Gülriz Yalçın

Kadıkoylü:
            Görev yeri merkezi Aksaz'da Kuzey Kıbrıs'a ve Ortadoğu'ya geçiş yolu üzerinde hakim konumda bulunan, Ege ve Doğu Akdeniz'de   ülkemizin hak ve menfaaatlerini koruyan, savaş yeteneği gözardı edilemeyecek Güney Deniz Saha Komutanlığı da tahlilde asla unutulmamalıdır. Düşmanın Deniz Kuvvetlerimize karşı konumlanmasının ve saldırısının nedeni, görülebileceği gibi çok açık. Bunu hiç abartıya düşmeden Türkiyemizin Kuzey Kıbrısa her hangi bir müdahaleyi engelleyemeyecek duruma sokulması çabası hatta Türkiyemizin kuşatılması ve işgal edilmesi çabasının gereği olarak da düşünebiliriz.

8 Mart 2010 Pazartesi

ASKER SAİME' DEN EMEKÇİ KADINLARA SELAM VAR.

           22 Mayıs 1919'da Kadıköy'de yapılan mitingde 20.000 kişi toplanmıştı. Konuşmacılar arasında Halide Edip ve Münevver Saime bulunmaktaydı. Münevver Saime işgal kuvvetleri tarafından tutuklanmasına neden olacak konuşmasında şöyle haykırıyordu:

         "Her Türk'ün söylemek istediği, fakat niçin bilmem yüksek sesle söylemekten çekindiği bir kaç sözü ben açıkça söylemek isterim. Evet,açık söylüyorum kardeşlerim. Aldatıcı kaynakların yazdıkları haberlere inanmayın. Bizim tamamiyet-i mülkiyemizi muhafaza edecekler. Fakat hangi hudut dahilinde? Bu tasrih edilmedikçe Türkiye'de sulh mümkün olmayacaktır. Ben bu kanaatteyim. İsyan etmeyecek bir Türk kalbi de tanımıyorum."
      
        "Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hıçkırıklarımızı işitecek kalb yok. Teşkilatı nihayet fiiliyata bağlamak lazımdır."

       _ Münevver Saime daha sonra bir yolunu bularak Anadoluya kaçmış ve orada Milli Mücadeleye katılmıştır. Bu devrede Münevver Saime, "Asker Saime" olarak anılacaktır.

Kaynak:Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923) Milli Eğitim Basımevi, 1992.

KADINLARIMIZ

Ayın altında kağnılar gidiyordu.

Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

Toprak öyle bitip tükenmez.

dağlar öyle uzakta,

sanki gidenler hiçbir zaman

hiçbir menzile erişmeyecekti.

Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.

ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti.

Ayın altında öküzler

başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi

ufacık, kısacıktılar

ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında

ve ayakları altında akan toprak toprak

ve topraktı

Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnılarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.

ve kadınlar

birbirlerinden gizleyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.

Ve kadınlar

bizim kadınlarımız:

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar bizim kadınlarımız

şimdi ayın altında

kağnıların ve hartuçların peşinde

harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi

aynı yürek ferahlığı,

aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde

ince boyunlu çocuklar oynuyordu.

Ve ayın altında kağnılar

yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru



                                                      Nazım Hikmet



Gönderen: Gülriz Yalçın

DÜNYA KADINLAR GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN…

Kimi der ki kadın

Uzun kış gecelerinde yatmak içindir.

Kimi der ki kadın

Yeşil bir harman yerinde

Dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.

Kimi der ki ayalimdir,

Boynumda taşıdığım vebalimdir.

Kimi der ki hamur yoğuran.

Kimi der ki çocuk doğuran.

Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.

O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.

Yavrum, annem, karım, kızkardeşim,

Hayat arkadaşımdır.

                                                               NAZIM HİKMET

Gönderen:Gülriz Yalçın

6 Mart 2010 Cumartesi

Amerika ile işbirliği

       İş birliği güzel Türkçe'mizde amaç ve çıkarları bir olanların oluşturdukları çalışma ortaklıklarını tanımlıyor. Örneğin amaç ve çıkarları bir olan devletler birbirleriyle ekonomik, kültürel, askeri işbirliği hatta dayanışma içine girebiliyorlar. Bu işbirliğinin temel koşulunu ise devletlerin bağımsızlığının korunması oluşturuyor.
       Canımız ülkemiz, bazılarınca stratejik müttefik olarak kabul edilen hegemonya peşindeki ABD ile çeşitli konularda işbirliği içine sokuluyor. Oysa örneğin Türkiyemizin ABD ile savunma işbirliği içine girmesi işbirliğinin tanımına göre ancak Türk ordusunun Amerikan çıkarları doğrultusunda çalışması anlamını taşıyor.
        Amerikanın askeri amaçlarını gerçekleştirme, çıkarlarını savunma görevini, Türkiye'de Savunma işbirliği ofisi adı altında ODC denen (Ofice of Defense Cooperation) başında bir tümgenaralin bulunduğu örgüt yürütüyor.  Görev, çıkarların ve amaçların ortak olmadığı daha doğrusu çatıştığı  Türk-Amerikan savunma işbirliği olduğuna göre mantık ODC'nin yöneliminin Türk ordusuna dönük çalışıyor olmasını gerektiriyor.
       Denilebilir ki ABD ile her hangi bir konuda iş birliği yapmak, o konuda ABD amaç ve çıkarlarına uymak anlamını taşıyor.
       Bu ister ekonomik, kültürel işbirliği yönünde olsun isterse de teröre karşı ya da askeri yönde olsun başka türlü olamaz. Örneğin ABD ve Türkiye arasındaki terore karşı işbirliği Türkiye'de ABD'nin amaç ve çıkarlarına tehdit olarak algıladığı milli kuvvetlere yönelen bir işbirliğini içerir. Bu ise kendi silahınla kendini vurmak ya da intihar etmekten başka bir anlam taşımıyor. Bunun kanıtı sahipsizlikten çıkışsızlığa düşen subaylarımızın intiharlarıdır.
     ABD'nin hedefinde, amacı ve çıkarıyla örtüştüremediği milli ordunun ve milli kuvvetlerin olduğu çok açık. O, kültürel hegemonyanın üzerine politik hegemonyayı
kurduktan sonra milli kuvvetleri sürekli döverek yumuşatıp özellikle de ordumuzu istediği yönde kullanarak amaç ve çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Hayalleri gerçeklerin önüne geçmiş zavallı, bunu başarabileceğini sanıyor.
       Yine ABD'nin Türkiye'yle olan karşılıklı istihbarat paylaşımı konusundaki işbirliği de aynı yönde ABD istihbarat örgütlerinin Türk istihbarat örgütlerini kendi stratejik amacı doğrultusunda işbirliğine itmek, kakmaktan başka bir anlam taşımıyor.
       Evet diyeceksiniz ki ABD ile Türkiye'nin hiç mi ortak amacı olamaz. Olur. Bal gibi olur. Ama yazımızın başında da belirttiğimiz gibi devletimiz tam bağımsız olursa, ABD emperyalizmi mahv ve nabut olursa...  Ya da iki eşit devlet söz konusu olursa.






      

5 Mart 2010 Cuma

Postmodernizm neyin kültürü

       Postmodernizmin neyin kültürü ve ideolojisi olduğunu kavramak için ne tür ekonomik özelliğin onu ortaya çıkardığını ve bu ekonomik özelliğin niteliğini görmek gerekir.
      1870’li yıllarda İngiliz ressam ve sanat kritiği John Watkins Chapman, sözcüğü ilk kullanan kişilerden biri olarak karşımıza çıkıyor.1 J.W. Chapman, Fransa’da ortaya çıkan izlenimci resim akımından daha modern, daha doğrusu avangard konumunda gördüğü resimleri postmodern olarak nitelemiş. Yani kendinden önceki kültürü yadsıyan, öncekinin önünde, ötesinde olduğunu öne çıkaran kültürü postmodern olarak nitelemiş.
       Sözcüğün ilk kullanıldığı dönem olan XIX. yüzyılın son çeyreği, aynı zamanda büyük çapta kapitalist girişimlerin arttığı ve serbest rekabetin yerini tekele bırakmaya başladığı dönemdir. Bu dönemin başlangıcı 1873 uluslararası sanayi bunalımıdır.2 Modern tekellerle birlikte sözcük artık tekel sisteminin ihtiyaçlarını karşılar nitelikte gelişmeye başlayacaktır.
       P.Drucker’de bu dönemle birlikte liberal çağın sonuna laissez-ferire’in egemen siyasi inanç olduğu dönemin sonuna gelindiğine işaret ediyor.3 Yani serbest ticaret çağının sonuna gelinmiş.
      Arnold Toynbee ise belirleyici ekonomik özelliği tekeller olan, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve postmodern olarak adlandırdığı bu dönemi, Batı uygarlığının büyük savaşlar, devrimler ve karmaşa dönemini de içeren iç kapayıcı yeni bir tarih kesiti olarak nitelendiriyor.4 Görüldüğü gibi dönem hem iç kapayıcı hem de modern ötesi yani postmoderndir.
        Burada belirtmeden geçemeyeceğimiz Toynbee’nin devrimler ve karmaşa dönemi olarak ifade ettiği tarih kesitinde, kısa zamanda özel çıkar sistemiyle uzlaşan ve hiç durmamacasına yorulmadan onun için çalışmaya başlayan Kilise de 1873 bunalımının hemen öncesinde toplumsal sorunların büyüklüğünden olsa gerek sisteme uyum çağrılarıyla konsil toplamıştır.5 Değil midir ki kilise bu günler için korunmuştur. Öyleyse özel çıkar sisteminin kenarlarına sürülen ya da onunla uzlaşmazlığa düşen bireyleri yanlış düşüncelerinden kurtarmak için dinin dayanak ve alet olarak göreve çağrılması gerekir. Papa, sistemin denetiminde tam yetkiyle tekele evrilen kapitalizmin çıkarını koruyan ruhani olarak karşımıza çıkar.
        Toynbee’nin tarihi anlamlıdır fakat Avrupa için yeni kapitalizmin eskisinin yerini kesinlikle alması 20. yüzyıl başında 6 gerçekleşecektir. Tekel bu dönemde artık ekonomik yaşamın temeli haline gelmiş, kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür. Böylece dünya, rakiplerin her türlü rekabet olanaklarının yok edilmeye çalışıldığı ekonomik önem taşıyan topraklar için savaşılan bir alan haline gelmiştir. Dönem tam egemenlik dönemidir. Virginia Woolf, bu dönemin 1910’lu yılları için bütün insan ilişkilerindeki değişmeyle birlikte din, hal ve davranış, politika ve edebiyatta da değişmeler olacağını belirtiyor.7 İşte postmodern sözcüğü ilk olarak Avrupa’da bu dönemin daha başlangıcında, kapitalizmin duvara dayandığı büyük bunalım döneminde, tekellerin doğuşuyla birlikte ortaya çıkarak gelişmeye başlıyor. Yani özel çıkar sisteminin nitelik değişimini de yansıtan bunalımının doğurduğu bir sözcük olarak karşımıza çıkıyor.
       Rudolf Pannwitz’de Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdığı bir kitapta Avrupa’nın hümanist değerlerinin çöküşü anlamında postmodern kavramını kullanmış ve Nietzsche’ye gönderme yaparak egemen kültürün postmodern insan yarattığından söz etmiştir. Bu postmodern kültürün ise militarist, şoven, seçkinci değerlere sahip olarak aynı zamanda Avrupa kültüründe kesin bir kopuşu ifade ettiğini belirtiyor.8
      Yine Birinci Dünya Savaşı yıllarında Oswald Spengler, Batının Çöküşü adlı denemesinde batı uygarlığının ve egemen değerlerinin bir sona ulaşmakta olduğunu belirtiyor.9 Toplumu bir arada tutan bağlar ve gelenekler çözülmekte, düşünce ve kültür bütünlüğüyle birlikte yaşam dayanışmaları dağılmakta,10 bencillik ve hiççilik birbirini besleyerek gelişmektedir.
        Sözcük, kapitalist sistemin nitelik değişimiyle bağıntılı olarak ortaya çıkan sorunları karşılayan, yeni oluşan değerleri haklılaştırarak yansıtan kültürel ve ideolojik bir niteleme olarak ilk ortaya çıktığı andan itibaren birçok kişi tarafından kullanılmıştır. Görüldüğü gibi tekelci sistemle andaş olan bu sözcük, bu sistem yani emperyalizm, mahv ve nabut olmadığı ölçüde de kullanılacaktır.
        Tekel çağı, adı üstünde üretim ilişkilerinin hakimi olan tekelcilerin çağıdır. Öyleyse hakimler, sistemlerindeki asalaklaşmayı, toplumlarının ve dünyanın diğer milletlerinin çıkarı olarak benimseterek gerçeği de tekellerine almaya çalışacaklardır. Emperyalizmin geniş sömürgelere sahip olma ve dünya pazarını tekel altına alma özelliği 11 dolayısıyla da bu bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Gerçek artık böylece postmodernizm için tekel karşıtı modern çağın kötülükleriyle mücadele haline gelir. Talepler öncelikle insan hakları!dır, özgürlük! ve demokrasi!dir. Bu yönelişin gereği olarak da modern milli devlet ya da sınırları olan herhangi bir şey, kurumlarıyla ve piyasasıyla kendini buna uydurmalı, giderek yok olmalıdır.
       İspanyol yazar Frederico De Onis’de 1934’te sözcüğü, modernizme karşı ve modernizmin içindeki bir tepkiyi tanımlamak amacıyla kullanıyor. 12
        Biliyoruz ki modern, ortaçağdan her alanda kopuşla kendini gösterirken milli devletin kurulmasını da içeriyordu. Modernizm ise batıda donmuş, yerleşmiş bu devletin serbest ticaret çağının kültürü olarak karşımıza çıkıyor. Modernizm oluşurken ne tür değişimlerden geçerse geçsin milli olarak nitelenen devlet tarafından denetlenen bir piyasanın kültürünü ifade ettiğine göre postmodernizmin bir Turuva atı olarak tepkisinin nereye yöneldiği çok açıktır. Bu yönelişi biz II. Dünya Savası sonrasında ABD hür! Dünyanın hakimi olarak ortaya çıktığında postmodern kültürünün kullandığı kavramlara yansıdığı biçimiyle daha açık olarak görüyoruz.
        Daha İkinci Dünya Savaşı bitmeden ABD tarafından ‘dünyanın nasıl organize edileceği’ sorusu sorulmaya başlanmıştır.13 Yine bu dönemde, günümüzdeki ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni hatırlatan ‘Büyük Bölge Planlaması’ ya da kendi deyimleriyle “dünyanın kontrolü için stratejik olarak gerekli olan” bölgenin 14 yani Ortadoğu’nun planlaması yapılmıştır. Plan milli olan her şeye karşı çıkar. Bu doğrultuda 1953’de petrol şirketlerini millileştiren Musaddık hükümetini devirir. Postmodernizmin de esas olarak İkinci Dünya savaşı yıllarının sonundan itibaren kapitalizmin sözde altın çağında, şekillenen bir bilincin ürünü 15 olduğu işte bu yeni gelişmelere bağlı olarak kabul ediliyor. Daha doğrusu postmodernizm artık kapitalist emperyalizmin yeni merkezi olan ABD’nin öncülüğünde biçimlendirilmeye çalışılan yeni dünya düzeninin kültürünü ifade etmeye başlıyor.
        ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında gelişmişlik ve etki alanları açısından kapitalist bloğun hakimi olarak ortaya çıkmıştı. ABD Devlet bakanı politik işler yardımcısı Eugene V. Rostov, “İkinci Dünya savaşı sonrası tarih, birçok şekilde, daha önceleri İngiltere, Fransa, Hollanda ve Belçika’nın elinde bulunanların ABD’nin eline geçmesi sürecidir” derken bu olguyu belirtiyor.16 Postmodernizmin, giderek berraklaşan betimlemelerine bu ülkede kavuşması doğal.
        Fredric Jameson’da postmodernizmi, askeri ve iktisadi Amerikan hakimiyeti akımının üst yapısal ifadesi ya da en azından Avrupamerkezciliğin sonu olarak niteliyor. 17
        İkinci Dünya Savaşından beri Avrupa’nın dünya üzerinde kurduğu egemenliğin sona erdirildiği ve sömürgecilikten! Kurtuluş dönemi olduğunu söyleyen postmodern E.Gellner, sömürgeciliğin Avrupa’ya ait ve olgusalcılıkla el ele gittiğini belirterek sömürgeciliğin bitişinin de yorumsayıcılıkla el ele gittiğini ve postmodernizmle doruğa ulaştığını söyler.18 Gellner postmodern kültürü haklılaştırırken görevini yapıyor. Böylece bir çırpıda yeni sömürgeci postmodernizm, sömürgecilikle özdeşleştirdiği-ki zaten başından beri öyledir- modern Batı Avrupa’nın geçmişinden kendini ayırmış oluyor. Daha açıkçası Batı Avrupa’nın iç pazarı koruyan milli sisteminden. Burada aslında Avrupa Birliği’nin daha doğrusu milli devletlerinin de fiilen tehlikede olduğu görülebilir. ABD tarafından sulandırılmış geniş Avrupa Birliği projesi buna örnek verilebilir.
      Özel çıkar sisteminin yapısal karakteri olan üretimle tüketim arasında denge kuramayarak darboğaza girmesi onu diğer ülkelerin milli pazarlarında tam denetim kurma çabalarına yöneltir. Böylece sistem, bu pazarı yapay biçimde genişletmek ve tam tekel kurmak için milli devletler üzerinde artan bir baskı oluşturur. İşte postmodernizm, can çekişen kapitalizmin tekelci kültürü olarak bu baskıyı haklılaştırır, yol yordam verir. Bunu kolaylaştırmak için de milli kültürle beslenmiş insanın gözünün üzerine özgürlük, barış bandını çeker. Daha doğrusu tüm insanlığı özgürlük makarasına sarar. Özgürlük bu andan sonra artık milli devletler üzerindeki baskıya dönüşür. Ortaçağın alttan alta yaşayan bütün etnik ve dini yapıları canlandırılır. Millet kültürü demokrasi, özgürlük, değişim nakaratlarıyla dağıtılır. Göreli bütünleşmiş iç pazar ayrı bölgesel bütünleşmeler içine itilir. Günümüzde onun tüm çabasının aslında kendi tekelci sisteminin ekonomik, siyasal dağılmasını önlemek, ömrünü uzatmaya yönelik olduğu çok açıktır.
       Tek dişi kalmış canavarın bu düşündüklerini gerçekleştirme olasılığı ise çok tartışılabilecek bir konudur.
         S. Amin şöyle diyor: “bugün ABD ekonomisi akıl almaz derecede biçimsizleşmiş durumda. Askeri harcamalardaki hatırı sayılır düzeyde bir indirim ülkeyi 1930’lardakine benzer bir krize zorlayabilir. 1930’lardaki krizi İkinci dünya savaşında ve sonrasında aşırı silahlanma sayesinde aşabildiğine dikkat çekiyoruz. Ekonomik faaliyetin üçte biri doğrudan veya dolaylı olarak militer komplekse bağlı. (Bu orana sadece Brejnev dönemi Sovyetler Birliği ulaşabilmişti.) Hegemonyanın karşılığı var, özellikle de bunu dünya parası olarak dolar sağlıyor.”19  Doların uluslararası ödemelerde kilit para oluşu, dış ödemeleri sürekli ve büyük miktarlarda açık veren ABD’ye büyük avantaj sağlıyor. Açıkları sürekli para basarak kapatmak mümkün olabiliyor. Talepleri olan para(spekülatif sermaye) dolaşımının serbestleşmesi sonuçları itibarıyla onlar için kısa vadeli kârdan öte tam egemenliğe giden süreçte milli devletlerin istenildiği zaman oluşturulan krizlerle yönlerinin değiştirilmesi, denetiminin zayıflatılarak sonlarının hazırlanmasıdır. Günümüz açısından düşünürsek ABD’nin her alanda Yunanistan’ı kendine mecbur duruma iten tutumu ortadadır. Postmodernizme boşuna her şeyin sonunun kültürü demiyorlar.
      F.Jameson’un deyişiyle ‘postmodernizm gerçeğinin temel objesi olan çok uluslu şirketlerin dünya mekanında’20 yaşanılan krizler dolayısıyla yeni bir dünya düzeni oluşturulmaya çalışılmaktadır. İşte ötekine yönelişlerine yansıdığı biçimiyle bu çabanın kültürüdür postmodernizm. Daha açıkçası emperyalist sistemin kendi krizini ezilen ülkelerin üzerine yıkma kültürüdür.
       S.Huntington, azınlık kültürlerine söz hakkı çağrılarına yönelişi şöyle belirtiyor. 1950’ler ve 1960’larda Amerika’da entellektüeller ve politikacılar “çok kültürcülük ideolojisini” teşvik etmeye başladılar.21 İşte böyle, sistem çevresinde milli devletleri bu biçimde çözerek sona hazırlıyor.
        Krishan Kumar, ‘postmodern düşüncenin bir boyutunun fanatik milliyetçilik ya da bölgecilik potansiyelini teşvik edebilmesine karşılık, diğer bir boyutu herhangi bir milliyetçilik ya da bölgecilik türünü başka tüm milliyetçilik ve bölgecilik çeşitlerinin gelişip serpilme hakkına sahip olduğunu kabul etmeye zorladığını’ belirtiyor.22 Görüldüğü gibi o, sömürgeci zorun, köleleştirmenin, kan ve gözyaşının kültürüdür. Onun mantığında milli devlet, kendi dışında denetlenen etnik bölge bulunmuyor, kabul edilmiyor.
        Milli devletlerin, emperyalistlerin denetlemek istediği coğrafyalar için ekonomik, siyasal, kültürel en büyük engel oldukları çok açık. Dolayısıyla milli devletlerin, milli coğrafyaların kültür ve ideolojisi, emperyalizmin kültürü ve ideolojisi olan postmodernizmin en temel kaygısıdır. Doğal ki bu olgu, milli kültürle emperyalist kültür arasındaki savaşım olarak kendini gösterir.
         Ellen Meiksins Wood kapitalizmle savaşımda en etkili aracın ulusal devletler, ulusal ekonomiler olduğunu belirtiyor.23 Demek ki postmodernizminde milli egemenlik ve bağımsızlıkla, bütünlükle ilgili bütün değerlere karşı bir mücadelesi söz konusudur. Öyleyse postmodernizmin, vazgeçilmez koşul olarak öne sürdüğü, dayattığı milli devleti, milli ekonomiyi felç eden talepleri milletlerarası sermayenin kültürel, ideolojik saldırısı olduğu söylenmelidir.
        Milli bağımsızlığın ve direncin ön koşullarından olan devlet işletmelerine yönelik saldırı da devletsizleştirme programı hedefine yöneliktir. Bunu görüyoruz. Buna direnerek milli devleti yeniden oluşturabilecek kuvvetleri de yaşayarak öğreniyoruz. Evet, milli piyasalardaki rakipler yok edilmelidir. Onlar zaten hantal yapılardır. Gelişmenin önündeki -yani tekellerin gelişmesinin önündeki- engellerdir. Ne hikmetse özelleştirme yoluyla devletin mali ve ekonomik kuruluşları satılırken bunlar çoğunlukla devletlerden daha büyük mali güce sahip tekellerin eline geçer veya denetimine girer. Dolayısıyla emperyalizmin ezilen ülkelere dönük köleleştirme programı olan özelleştirme, devleti yavaş yavaş dağıtmaktan, halkını milli devlete karşı kara kalabalıklar, bilinçleri bulanmış, soluksuz kalmış köleler olarak kalkışmaya itmekten, onları vatansızlaştırarak kullaştırmaktan, devleti emperyalizmin en son müdahalesine karşı tamamen silahsız bırakmaktan başka bir anlama gelmez.
        Postmodernizm devletin halkçılık diye bir programının kalmaması için devleti halktan, halkı devletten ayırır. Milli bilinci bulandırır. Postmodern mandacılığın halkı fethetmesine çalışır. Bu süreçte milli devlet karşıtı ortaçağ kültürleri de bilinç değişimin aracı olarak ortaya çıkarılır.
       Amerikalı kültür tarihçisi Bernard Rosenberg de yayınladığı “Mass Culture, New York 1957” de postmodern terimini yeni bir kültürel oluşum olarak, kapitalist(emperyalist) küreselleşmenin yani milli devletlerin bağrını sonuna kadar tekelcilere açmasını haklılaştıran kültürünü ifade edecek biçimde kullanır. Postmodern insan bu kültürün ürünü olan insandır.24 ABD önderliğinde küreselleştirme de denilebilecek bu süreçte postmodern kültür, ‘estetik tefekkür ya da düşünsel çalışmadan ziyade cinsellik ve uyuşturucular aracılığıyla duyarlığın yeşertilmesinin tercih edilmesi, “gerçeklik ilkesi” karşısında “haz ilkesinin” hak iddialarını yükselten’25 bir saldırı içine girer. Sistemin çürümüşlüğünün üstü malzeme kalmayışından olsa gerek ancak daha büyük bir çürümüşlükle örtülebiliyor. Onun anladığı anlamdaki özgürlük budur.
       Leslie Friedler’in de modernizmle hesabı olduğu görülüyor. O, “Yeni Mutantlar”(1965) başlıklı yazısında yeni hareketlerin basitçe “post-Modernist olmakla kalmayıp aynı zamanda post-Hümanist, post-Protestan, post-Beyaz ve post-Erkek 26 olduğunu belirtir. Modernizmin akılcılığına ve gerçekçiliğine karşı postmodernizmin aklı yadsıyan ve duygusal olduğunu haykıran özelliğini alkışlar.27 Biz de bütün bu söylemlerde sistemin çürümüşlüğünün üzerinin örtülmesinden, çürümüşlüğü sapıklığa varan duygusal! çıkışlarla haklılaştırma çabasından başka bir şey görmüyoruz.
        K.Kumar’ın deyişiyle postmodernizmin Amerikalı peygamberlerinden İhab Hassan modernizmde “Yetke” ilkesini, postmodernizmde ise “Anarşi” ilkesini görür ve postmodernizmin başkaldırıya eğilim gösterdiğini belirtir.28 Kime baş kaldırılacağı çok açık… Onun belirlenmemişlik ilkesi oluşumun bozulması, süreksizlik; içkinlik ilkesi ise dağılma, parçacıklara ayrılmayı içerir. Her halükarda hem belirlenmemişlik hem de içkinlik aynı amaca, yetke karşısında anarşiye, “birin karşısında öncelikli olduğunu ortaya koyan bir çoka” eğilim gösterir.29 Ekleyecek bir şey var mı bilmiyoruz.
        Yalnız şunu belirtebiliriz ki 1960 yılına varıldığında ABD’nin yabancı ülkelerdeki yatırımları dünya toplamının hemen hemen %60’ıdır.30 1965’e varıldığında ise bütün endüstrilerde yabancı ülkelerde kurulan ortaklıkların satışları ABD’de bulunan fabrikaların ihracatını aşmıştır. Eisenhower 1953 yılında dış politikalarının ciddi ve açık amacının, yabancı ülkelerdeki yatırım için konuksever bir ortamın yaratılması olduğunu belirtiyor.31 Yani konuksever! Ülkenin kaynakları, tüm coğrafyası, artık devleti demeyelim ABD’nin manda valisi olsa gerek bunun için sınırları sonuna kadar açmalıdır. Bütün bu düşünceler ülkemiz açısından düşündüğümüzde günümüzde kuvveden fiile çıkmamış mıdır?
       1960’larda Jacques Derrida, Michel Foucault ve Roland Barthes dil, politik tarih, felsefe ve okuma edimi konularına postmodern bir yaklaşımla eğilirler. 1970 sonlarında Jean-François Lyotard toplum tarihini, Jean Baudrillard sosyoloji sosyal psikoloji ve iletişim dallarını bu açılardan irdeler.32
        1990 yılından sonra ise 1970’li yılların ortalarından beri Sovyetler Birliğiyle süren denge durumunun ABD emperyalizmi lehine bozulmasıyla onun postmodern kültür ve ideolojisi de artık dünya çapında eylem dönemine girer. Şimdiye kadar ezilen ülkelerde sürekli kapıkulu olarak beslenen, okşanarak desteklenen kalemşorların, tarikatların ve cemaatlerin, küçük etnik gurupların eylemlerini bir üst aşamaya sıçratmalarının zamanı gelmiştir. Gemi azıya almış terör altın çağını yaşamalı Milli devlet, milli piyasa yıkılmalıdır.

1-G.Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara 2002, s.30

2-V.I.Lenin, Emperyalizm, çeviren: Cemal Süreya, Sol yayınları, 6. baskı Ankara 1978, s.28
3-Peter Drucker, Yeni Gerçekler, çev.Birtane Koranakçı, Türkiye İş Bankası yayınları, Ankara 1991, s.6
4-Aktaran Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, çeviren Mehmet Küçük, Dost kitabevi yayınları, Ankara 1999, s. 132.
5-Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, Alperen yayınları, 2. Basım, Mart 2002, s.52
6-V.I.Lenin, a,g,e, s.27
7-Aktaran K. Kumar,a.g.e, s.176 dipnot.
8-G.Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, Ankara 2002, s.30.
9-Muhammad Said al-Ashmawy, İslam’a Karşı İslamcılık, Milliyet yayınları, İstanbul 1993, s.64
10-Der. Ellen Meiksins Wood-John Bellamy Foster, Marksizm ve Postmodern Gündem, Ellen Meiksins Wood, Postmodern Gündem Nedir? Ütopya Yayınları, Ankara 2001, s.7
11-V.İ.Lenin, a.g.e, s.129
12-Bkz. Ziyaüddin Serdar, Postmodernizm ve Öteki, Batı Kültürünün Yeni Emperyalizmi, Söylem yayınları, İstanbul 2001, s.11
13-John Bellamy Foster, Emperyalizmin Yeniden Keşfi, Devin yayıncılık, Türkçesi: Çiğdem Çidamlı, İstanbul 2005, s.110
14-A.g.e, s. 111
15-Bkz. Ellen Meiksins Wood-John Bellamy Foster Marksizm ve Postmodern Gündem, çev. Ahmet Fethi, Ellen Meıksins Wood, Postmodern Gündem Nedir? Ütopya yayınları, Ankara 2001, s.10
16-Sweezy, Baran, Madoff. Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, Bilgi yayınevi, Ankara 1975, Harry Magdoff, Yeni Emperyalizm, s.159
17-Aktaran Necmi Zeka, Postmodernizm, derleme, s.10
18-Ernest Gellner, Postmodernizm İslam ve Us, Çev. Bülent Peker, Ümit Yayıncılık, Ankara 1994, s.46
19-Samir Amin, Değişim Halindeki Dünya Sistemi, çeviri. Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Defterleri, 1 Nisan 2000 Ankara, s.69
20-A.g.e, F.Jameson, s.116 ve Ellen Meiksins Wood-John Bellamy Foster, derleme, Marksizm ve Postmodern Gündem, çev. Ahmet Fethi, Fredrick Jameson, Fiilen Varolan Marksizm Üzerine Beş Tez, Çeviren Metin Çulhaoğlu, s.165
21-Samuel P. Huntington v.d.. Medeniyetler Çatışması, der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Yedinci basım, Ankara 2002, s.77-78
22-Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, çeviren Mehmet Küçük, Dost kitabevi yayınları, Ankara 1999, s. 228.
23-2000’li Yıllara Girerken Kapitalizm, der. ve çev: A.B.Kafaoğlu, Kaynak yayınları, İstanbul 2000. Mutsuz Aileler, Küresel Kapitalizm ve Ulus-Devlet, s.23
24-Gencay Şaylan, Postmodernizm, Ankara 2002, s.31
25-Krishan Kumar, a.g,e, s. 133
26-A.g.e, s. 133
27-A.g.e, s.133
28-A.g,e, s. 134
29-A.g.e, s. 134
30-Sweezy, Baran, Madoff. Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, Bilgi yayınevi, Ankara 1975, Harry Magdoff, Yeni Emperyalizm, s.173
31-A.g.e, Harry Magdoff, Emperyalizm Çağı, s.193
32-Dilek Doltaş, Postmodernizm ve Eleştirisi, İnkılap y. 2003, s.23