KIRAN DA OLSA KIRIL DÜŞ FAKAT EĞİLME SAKIN

28 Şubat 2010 Pazar

Umudunu dışa bağlayan silgi

Bazı çevreler bugünlerde yaşadığımız sorunların Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisinden kaynaklandığını yazıyor, söylüyor! Bunu yaparken tarihi eğip büküyor; yarım yamalak bilgileriyle büyük sonuçlara varıyor. Yapmak istedikleri mevcut iktidarın “resmi tarihini” oluşturmak. Peki, Cumhuriyet tarihinde kimlerin üreten “Kalem”; kimlerin sürekli satıp savuşturan ve mülk kalmayınca umudunu dışa bağlayan “Silgi” olduğunu öğrenmek ister misiniz?



Tarih 16 Ağustos 1838.

           Sadrazam Reşid Paşa, İngiliz elçisi Lord Stratford Canning ile Osmanlı- İngiliz ticaret antlaşmasını imzaladı. Antlaşmayla Osmanlı, iç pazarını tümüyle yabancılara açtı. “Devletçi ekonomiyi” rafa kaldırdı; gümrük vergilerini düşürdü; Osmanlı’yı ucuz ithal mallar cenneti yaptı. On binlerce küçük esnaf iflas etti.
         Bir yıl sonra; açık pazar haline getirilen ekonomik düzenin gerekli kıldığı mali, idari reformları Tanzimat Fermanı’yla gerçekleştirildi.
         Sonuç: 1814’de bir İngiliz Sterlini 23 Osmanlı kuruşuydu; 1839’da bir İngiliz Sterlini 104 Osmanlı kuruşu oldu!
        Osmanlı nüfusu giderek yoksullaşırken, küçük bir azınlık alafranga yaşamın getirdiği tüketime yöneldi. “Araba Sevdası” başladı.
       O sırada Avrupa sermayesinde de yapısal dönüşüm yaşandı. Mali sermaye büyük güç haline geldi. Bu durum Osmanlı gibi ülkelere sermaye akımını hızlandırdı.
       Osmanlı da gerek savaş, gerek tüketime yönelik yeni yaşam tarzı nedenleriyle hep borçlandı. İhtiyacı olan parayı Avrupa para piyasalarından buldu.
       Avrupalı kendi ülkesindeki yüzde 3–4 gibi düşük faiz gelirleri yerine, yüzde 11–12 gibi yüksek faiz veren İstanbul borsasına yöneldi. (Bugüne ne kadar benziyor!)
      Sonucu tahmin etmişsinizdir; Osmanlı 1875’de faiz borçlarını ödeyemeyeceğini açıkladı. Avrupa ayağa kalktı. (Bu borcu kimin ödediğini biraz sonra okuyacaksınız!)
       Osmanlı’nın iflasından iki ay sonra, önce Bulgarlar sonra Sırplar ayaklandı.
      İngilizler, Sadrazam Nedim Paşa aracılığıyla Rusya’ya yakınlaşan Sultan Abdulaziz’i Harp Okulu öğrencilerinin de katıldığı askeri darbeyle tahtan indirdi.
      Darbeler, iktidar değişiklikleri, reformlar Osmanlı’ya “ilaç” olmadı. Süreç I. Dünya Savaşı sonuna kadar uzadı. Çünkü emperyal güçler Osmanlı’yı nasıl paylaşacaklarına karar verememişti. Sonra ne olduğunu biliyorsunuz…
    
       Cumhuriyet kalıplaşmış övgülerle kurulmadı
      
       Savaş sonucunda, Osmanlı’nın ordusu dağıtılmıştı; ne kara ordusu kalmıştı ne hava ne de deniz gücü. 325 bin şehit, 400 bin yaralı, 250 bin esir ve kayıp vardı.
      Ankara’da ise…
      Silah yoktu. Para yoktu. Döviz yoktu. Hisse senedi-tahvil yoktu. Borç alacak kimse de yoktu.
      Bu nedenledir ki…
     Apoletleri sökülmüş, maaşına el konulmuş Mustafa Kemal, kongre için Anadolu’nun tozlu yollarına düştüğünde, erzakında 20 yumurta, 1 okka peynir ve sadece 20 ekmeği vardı.
      Karşısında sadece yedi düvel yoktu. Hani diyorlar ya, “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya para verip gönderen Sultan Vahdettin’dir!”
      Peki Saray, Düyun-u Umumiye’den 900 bin lira ve Osmanlı Bankası’ndan 1.340 bin lira borç alıp kurduğu Kuvay-i İnzibatiye’yi niye ulusalcıların üzerine sürdü? Neyse, böylesi saçmalıklara inanan var mı?
       Mustafa Kemal tarihin yönünü bu şartlarda değiştirdi.
      Fakat savaştan yeni çıkmış, hiçbir alt yapısı olmayan yeni ülke ekonomisi nasıl inşa edilecekti?
       Geliniz son yıllarda hep gözden kaçırılan bir ekonomik gerçeğin peşine düşelim…

       BAĞIMSIZLIK=DENK BÜTÇE
       Falih Rıfkı Atay diyor ki: “Bilmiyorduk; bir bilen ve öğreten de yoktu. Herkes şaşırtıcı ve umut kırıcıydı. Nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı kavuşturup bir asır beklemeliydik. Aldanmak, avlanmak, yaptığımızı bozmak veya kullanmamak hepsi hesaptaydı. Her şey yapılmalı ve yapılanların sahibi bu millet olmalıydı.”
      Sadece Batı dayatması programları reddetmediler; onlara göre denk bütçe bağımsızlık demekti.
      Yıl: 1923

      -Kapitülasyonlar kaldırıldı.
     -Osmanlı’nın borçları (1854 itibariyle) kabul edilip yıllar içinde ödenmesine karar verildi. Osmanlı dönemi iç borçlar ve Kurtuluş Savaşı’nda yapılan “Tekalifi Milliye” denilen borçlar da ödenecekti.
      -Ergani Bakır Madeni’nin devlet tarafından işletilmesine karar verildi.
      -Atatürk, Hindistan’dan kendi şahsına gönderilen paralarla İş Bankası’nı kurdurdu.
      -Savaş yorgunu köylüye 8 milyon lira kredi dağıtıldı.
   
    Yıl 1924
   -Bütçenin önemli gelirlerinden olan ancak köylüyü ezen, geleneksel Osmanlı Aşar Vergisi kaldırıldı.
    -1937 yılına kadar aralıklarla sürecek Kürt isyanları, Şeyh Said ayaklanmasıyla başladı.
    -İstanbul’dan kalkan deneme uçağı 3 saat sonra Ankara’ya indi.
    -Üstünde Türkiye Cumhuriyeti yazan madeni 10 kuruşluk paralar tedavüle çıktı.
    -Samsun-Çarşamba demiryolu temeli atıldı.

      Yıl: 1925
    -Son 30 yılda kaçakçı-kolcu çatışmalarında 400 bin kişinin öldüğü Tütün Rejisi Fransızlardan alınarak lağvedildi.
      -Ankara-Yahşiyan; Kütahya-Tavşanlı demiryolu açıldı.
      -Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu.
    -Atatürk, -köylülere örnek olması için- kendi parasıyla Atatürk Orman Çiftliği yapılmasını sağladı.
      -İzmir Liman ve Körfez İşleri İnhisarı TAŞ kuruldu.
      -Menderes köprüsü üzerine ilk betonarme köprü yapıldı.

       Yıl: 1926
       -Emlak ve Eytam Bankası kuruldu.
       -Kayseri’de uçak fabrikası açıldı.
       -Alpullu şeker fabrikası açıldı.
       -Uşak şeker fabrikası açıldı.
       -Samsun limanının inşaatına başlandı.
       -Samsun-Kavak demiryolu açıldı.
       -Serbest bölge kurma girişimlerine başlandı.

        Yıl: 1927
        Sayım yapıldı. Nüfus 13.5 milyon. Bunun yüzde 83.7’si köyde yaşıyor. Okuryazar oranı yüzde 11 idi.
       -Bursa dokumacılık fabrikası açıldı.
       -Yerköy-Kayseri; Ankara-Kayseri; Samsun-Amasya; Samsun-Havza demiryolu açıldı.
       -Devlet demiryolları ve limanları idaresi kuruldu.
       -Bünyan dokuma fabrikası açıldı.
       -Cumhuriyet’in ilk kağıt paraları tedavüle çıktı.
       -Ankara radyosu yayına başladı.

        Yıl: 1928
        -Ankara çimento fabrikası açıldı.
        -Amasya Zile; Kütahya-Tavşanlı demiryolu açıldı.
        -Sirkeci-Haydarpaşa arasında feribot seferi başladı.

        WALL STREET KRİZİ
        Türkiye daha savaş ekonomisinin ağırlığından kurtulamadan, 1929 dünya (Wall Street) büyük ekonomik kriziyle sarsıldı. Krizin etkisine bir örnek vermeliyim: İlkel geleneksel teknikten kurtarılması için makine ithaline büyük kolaylıklar sağlandı. Bunun sonucu 1929’a kadar Türkiye’ye 2500 traktör girdi. Fakat krizden sonra büyük düşüş yaşandı. Makine ithali 1928’de 2 milyon 298 bin lira iken 1933’te 224 bin liraya kadar düştü!
       
        Yıl: 1929
        -İstanbul’da otomobil fabrikası kuruldu.
        -Zirai Kredi Kooperatifleri’nin kurulmasına karar verildi.
        -Ankara demiryolu hattı ve Haydarpaşa Limanı millileştirildi.
        -Doğu Anadolu’da Muhtaç Çiftçilere Arazi Tevziine (toprak reformuna) karar verildi.
        -Mersin-Adana demiryolu Fransızlardan satın alındı.
        -Ankara-İstanbul arasında telefon bağlantısı kuruldu.

        Yıl: 1930
       -Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kuruldu; ilk üyesi Mustafa Kemal oldu.
      -Kayseri-Şarkışla; Ankara-Sivas; Emirler-Balıköy; Bolkuş-Filyos; Zile-Kunduz demiryolu açıldı.
      -Türk parasını koruma kanunu çıktı.
      -Batı’nın “kuramazsınız” dediği Merkez Bankası kuruldu.
      -İstanbul Galata Köprüsü’nden geçiş ücreti alınması kaldırıldı.
      -Düyun-u Umumiye binası hükümete teslim edildi.

      Yıl: 1931
      -Devletçilik ilkesi sadece CHP’nin altı oku olmadı; Anayasa’ya da girdi.
      -Ankara’da Ziraat Kongresi toplandı.
      -İthalatın sınırlandırılmasına karar verildi.
      -Malatya-Doğanşehir; Mudanya-Bursa demiryolu yapıldı.
      -Kelkit Irmağı üzerine Akçağıl Köprüsü yapıldı.
      Yıl: 1932
      -Tütün Kongresi toplandı.
      -Kütahya-Balıkesir; Samsun-Sivas; Kunduz-Kalın; Ulukışla-Niğde demiryolu yapıldı.
      -Türkiye Sanayi Kredi Bankası kuruldu.

       Yıl: 1933
       -Samsun-Çarşamba; Adana-Fevzipaşa tren hattı satın alındı.
       -Afyon-Antalya demiryolu yapıldı.
       -Mevduat Koruma Kanunu kabul edildi.
       -Sümerbank faaliyete geçirildi.
       -Tefecilerle mücadele etmek için Halk Bankası kuruldu.
       -Denizyolları devletçe işletilmeye başlandı.
      -Eskişehir şeker fabrikası açıldı.
      - İzmir Rıhtım Şirketi devletçe satın alındı.
      -Ankara-İstanbul tarifeli uçak seferi başladı.
      
        DEVLET BABA DÖNEMİ
        Cumhuriyet kadrolarının tüm çabalarına rağmen, Osmanlı’dan beri sürüp gelen dışa bağımlılık, ulusal özel sektörün bir türlü geliştirilmemiş olması, sanayinin kurulmasına pek olanak vermedi. Bu da devlet eliyle gerçekleştirildi.
        Yıl: 1934
        -Sovyetler Birliği ile kredi antlaşması imzalandı
        -Ankara, Sivas, Konya, Eskişehir’de buğday siloları inşasına başlandı.
        -Kayseri uçak fabrikasında yapılan 6 uçak Ankara’ya uçtu.
        -Bursa’da süt tozu fabrikası açıldı.
        -Bakırköy bez fabrikası açıldı. Konya Ereğli’de bez fabrikasının temeli atıldı.
        -İzmit kağıt fabrikası kuruldu.
       -Zonguldak’ta kömür yıkama fabrikası işletmeye açıldı; Antrasit fabrikasının temeli atıldı.
       -Keçiborlu kükürt fabrikası işletmeye açıldı.
       -Isparta gülyağı fabrikası işletmeye açıldı.
       -Kayseri mensucat fabrikası kuruldu.
       -Halk için ucuz ve dayanıklı ayakkabı üretmek amacıyla Beykoz fabrikası kuruldu.
       -Turhal şeker fabrikası işletmeye açıldı.
     -Afyon-Antalya; Diyarbakır-Fevzipaşa; Ortaköy-Bolkuş; Fırat-Yolçatı demiryolu yapıldı.
       -Üsküdar-Kadıköy tramvay hattının ilk denemesi yapıldı.

        Yıl: 1935
        -İstanbul liman şirketi devletçe satın alındı.
        -Aydın demiryolu hattı devletçe satın alındı.
        -Gediz ve Göksu nehirleri üzerine köprüler inşa edildi.
        -Maden Teknik Arama Enstitüsü ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi kuruldu.
        -Etibank kuruldu.
        -Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi kuruldu.
      -Diyarbakır-Fevzipaşa; Fevzipaşa-Ergani; Ergani-Osmaniye; Çankırı-Atkaracalar; Sıvas-Eskiköy demiryolu yapıldı.
        -Tarım Satış Kooperatifleri kuruldu.
        -Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası işletmeye açıldı.
        -Ankara’da fındık kongresi toplandı.
        -Nazilli basma fabrikası kuruldu.
        -İstanbul telefon şebekesi devlet tarafından satın alındı.
        -Ankara-Zonguldak telefon hattı açıldı.
        -Ankara’da gaz maskesi fabrikası kuruldu.

         Yıl: 1936
         -Ankara’da Endüstri Kongresi toplandı.
         -Deutsche Bank’ın elindeki Ergani Bakır Madeni İşletmesi satın alındı.
         -Ankara Çubuk Barajı yapımına başlandı.
         -İzmir havagazı şirketi devletçe satın alındı.
         -İzmit’te ikinci kağıt fabrikasının temeli atıldı.
         -Ereğli kömür işletmesi devletçe satın alındı.
       -Erzurum-Sivas; Afyon-Karakuyu; Isparta-Bozönü; Eskiköy-Çetinkaya; Yazıhan-Hekimhan demiryolu yapıldı.
         -İlk kömür treni Ankara’ya geldi.
         -Edirne-Sirkeci demiryolu hattı ve Şark Demiryolları devletçe satın alındı.
         -Gaziantep buz fabrikası açıldı.
         -Bursa’da Hasanpaşa Köprüsü yapıldı.
         -İstanbul Haliç üzerine köprü inşaatı temeli atıldı.

          Yıl: 1937
          -Ormanlar devletleştirildi.
          -Atatürk çiftliklerini devlete bağışladı.
          -İlk Türk gemisi Belkıs denize indirildi.
          -İlk Türk denizaltının yapımına başlandı.
          -Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın temeli atıldı.
          -Konya bez fabrikası açıldı.
          -Malatya bez fabrikasının temeli atıldı.
          -Türkiyle Cumhuriyeti Ziraat Bankası kanunu kabul edildi.
         -Hükümetçe satın alınan, Toprakkale-Payas; Islahiye- Meydanıekbaz işletmeye açıldı.
          -Denizbank kuruldu.
          -Kadıköy su şirketi devletçe satın alındı.
          -İstanbul-Edirne karayolu açıldı.
         -Burhaniye-Ayvalık yolu; Sakarya Nehri, Fırat Nehri, Kızılırmak Nehri ve Murat Irmağı üzerine köprüler yapıldı.
         -Diyarbakır-Cizre; Hekimhan-Çetinkaya; Zonguldak-Çatalağzı demiryolu yapıldı.
         -Telsiz kanunu kabul edildi.
         -Türk Hava Yolları İstanbul-Bükreş arasında ilk uçak seferi yapıldı.

         Yıl: 1938
         -Gemlik suni ipek fabrikası açıldı
         -Bursa merinos fabrikası açıldı.
         -Divriği demir madenleri işletmesi faaliyete geçti.
         -İzmir Telefon Şirketi devletçe satın alındı.
         -İstanbul Elektrik Şirketi devletçe satın alındı.
         -Sermayesi devlet tarafından verilen KİT’ler kuruldu.
         -Toprak Mahsulleri Ofisi kuruldu.
         -İzmir klor fabrikası kuruldu.
         -Ankara-Erzurum tren hattı Erzincan’a ulaştı.
         -1923-38 yılları arasında topraksız köylüye toplam 708 bin hektar toprak dağıtıldı.
         -Ve Mustafa Kemal vefat etti.
          O bir “kalem” idi.

          Türkiye bugün “kalemler” ile “silgilerin” çatışmasına sahne olmaktadır!



          Soner Yalçın
          Odatv.com
 
          Gönderen:Engin Buran

27 Şubat 2010 Cumartesi

BURSA NUTKU

          "Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
         Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır.Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” Diyecek.
       Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Oraya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."
         İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!
                                                                                                                        Mustafa Kemal Atatürk

Bekir Coşkun
10.02.2010

Davulcu Remo'dan bu yana...
DAVULCU Remonun, davul çalarken sağ ayağını kaldırıp tokmağı ayağının altında davula vurması, Samuel Morsenin elektrikli telgrafı icat etmesine denk gelir...
(.........)

Kütahya köylülerinin bir keçinin sırtına yazılmış ayeti görmeleri ve keçiyi kaptıkları gibi kaymakama götürmeleri, kaymakamın da bunu Adı geçen keçiye ne gibi bir işlem yapılmasını bir yazıyla merkeze sorması ise Çinlilerin pirinçteki gen sıralamasını bulmalarına rastlar...

(.........)

Şıh Hakkı Hazretlerinin, müminlerin oval bir cismi okşamaları ya da ortasında delik olan yuvarlak bir cisme manalı fazla bakmalarının imanı bozacağını tebliğ etmesi de İskoç asıllı John Bairdin televizyonu icat etmesiyle eşzamanlıdır...


Sene 2010...
- Son bir yılda insan epigenomunun şifresi çözüldü...
- Görme engelliler için göz yerine geçen mikroçip yapıldı...
- Bilim adamı robot, Aberystwyth Üniversitesinde çalışmaya başladı...
- NASA, Ayda su bulunduğunu açıkladı...
- Maryland Üniversitesinde, atomun içindeki veriyi bir metre uzaklıktaki kabın içine ışınlayarak taşıdılar...
- Büyük Hadron çarpışması ile yerkürenin sırrı aralandı...
- Subaru teleskobu, komşumuz yeni bir gezegen buldu...
- Başta Alzheimer ve kemik erimesi olmak üzere 27 hastalığa çare buldu elin adamı...

Tüm bunlar ise; Türklerin imam yetiştirip, onlardan bilgisayarcı, matematikçi, fizikçi, kimyacı, bilim adamı, vali, doktor, mühendis, yargıç yapmak istemelerine denk gelir...

İşte siz kaç gündür üniversiteye girişte katsayı kavgası ile bunu izliyorsunuz. ..
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Milli Eğitim Bakanı, yandaş YÖK Başkanı, kimi profesörleri, kimi aydınları...

Hâlâ çocuklara imam eğitimi verip, onlardan her şey yapmak için kavga ediyorlar...
Ama ne yapacaksınız.. .

Dünyanın en gözde, en cennet toprakları üzerinde, durup dururken çağdışı kalmaz insan...

Kalmışsa bir sebebi olmalı...

Bir sebebi...

Gönderen: Gülriz Yalçın

26 Şubat 2010 Cuma

Kısa Bir Asrı Saadet döneminin postmodernleştirilmesi eleştirisi

     Günümüzde ne yazık ki İslam tarihi bile haçlı emperyalizmi tarafından yeniden yorumlanarak bize bildiriliyor.
     Bunu çok açık olarak Hz. Muhammed’in Medine’de, hicretin birinci yılında gerçekleştirdiği yapının bize kadar gelen belgesinin yorumlanışında1 görüyoruz.
     Öncelikle adlandırıldığı biçimiyle vesika, Alman oryantalist Welhausen tarafından tekellerin hakimiyetinin artık dünya çapında yerleştiği söylenebilecek 1899 tarihinde bilim çevrelerine tanıtılıyor. Bu konuda Grımme, İtalyan tarihçi Caetani, Buhl, Wensick, Korehl, Ranke, Muller, ve Guillaume gibi yazar ve araştırıcılarında dikkatleri çekiliyor.2 Welhausen ve Hamidullah ise belge üzerinde çalışarak onu maddeleştiriyorlar.3
     Caetani ve W. Montgomary Watt belgenin tarihi değeri konusunda bir sorun olmadığını belirtseler de belli bir açıdan çekincesi olanlar da var. Örneğin Arap yazarlarından Prof. Yusuf Aş bunlardandır.4 Yusuf Aş vesikanın hadis ve fıkıh kaynaklarında tam metin olarak bulunmadığını belirtiyor.
      Belgenin ilk kaydı hadis usulünde geçerli “isnad”* yöntemini kullanmayan Muhammed İbn İshak’ta (ölm. H.151) bulunuyor. Yine Beyhaki vesikanın 1-23 maddelerini içeren Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümün isnadını vermiştir.5 Enes bin Malik’de peygamberin kendi evinde Kureyş ile Ensar arasında bir tehalüf* yaptığını belirtmiştir.6
      Vesikanın tarihi değeri konusundaki çekincenin onun yorumunun gerisinde kaldığı söylenebilir.
      Vesikaya tarihsel olarak baktığımızda onun içeriğine yakın yönelişlerin ön adımlarını daha Hz. Muhammed’in Mekke döneminde oluşturulan kabile konfederasyonundan devlete geçiş sürecini anlamlandıran Hilf-ul Fudül kurumunda görüyoruz.
   M. Hamidullah’ın bir nevi “bahadırlık teşkilatı” olarak nitelendirdiği ve Hz. Muhammed’in de yer aldığı bu kurum(Hilf-ul Fudul) mensupları bir yabancıda olsa zulme uğrayan kimsenin yardımına koşacaklarına dair yemin ediyorlardı.7 Açıkçası bir barış ortamı oluşturmak istiyorlardı. Tarihi kaynaklar dışarıdan getirilen ticari mallardan alınan gümrük vergilerinden de bahsetmektedir.8 Bunun ticaret yollarına egemen olma çabasını da içereceği açıktır. Bir merkez olarak kabile konfederasyonunun bu kurumunun kabilelerin üzerinde bir otorite oluşturduğu söylenebilir. Harp sancağı muhafızlığı ve askeri kumandanlık işleri de başkanlık vazifesine sıkı sıkıya bağlı işlerdendir.9 Önemli olsa gerektir Kureyş adının bile devleti öngörürcesine teftiş, yoklama anlamına geldiği belirtiliyor.10 Öyleyse bu kurumun devletin çekirdeğini oluşturduğu söylenebilir. Hatta Hamidullah’ın Lumens’ten aktardığına göre Mekke Kureyş’lilerinin kervanlarını korumak ve aynı zamanda harp vukuunda halktan ayrı bir kamu gücünü ifade eden zenci askerlerden müteşekkil ücretli ve devamlı ordu teşkilatının varlığına11 bakarsak devletleşmenin ileri bir aşamasının yaşandığı ifade edilebilir.
    Medine’de ise bu devletleşme iyice olgunlaşmaya başlar. Bunu aşağıda Medine Vesikasına da yansıdığı biçimiyle göreceğiz.
     Vesikanın tarihin gelişme yönü doğrultusunda kabile toplumunu aşan niteliğini onun ikinci maddesinde çok açık olarak görüyoruz. Burada, anlaşmayı yapan insanların kan bağına dayalı bir topluluk olmalarının dışında bir ümmet oluşturduğu ifade edilir. Açıkçası kabile yasalarının yeni oluşan topluluğun çıkarları söz konusu olduğunda geçerli olmaktan çıktığı belirtilir. Yani bir üst toplaştırmadan söz edilir. Öyleyse bu toplaştırmaya bağlı olarak vesika, Arap toplumunun devlete, yani uygarlığa sıçramasını yansıtan bir içeriğe sahiptir. Öyle ki Arap ve Yahudi kabileleri hem kendi aralarında hem de birbirleriyle karışmaktadır. Yaşanan bir olgunun yasasıdır bu… Kan bağının çözülmesiyle, geçerli olan kabile gelenekleri artık yerini doğal olarak ümmet hukukuna bırakıyor. Bununda yeni üretim ilişkilerini yaşayan topluluk tarafından sınırlandırılmış, korunmuş bir alan ortaya çıkaracağı çok açık.
      Yine vesikadaki on üçüncü madde, haksızlık ve karışıklık çıkaran kimseye karşı suçlunun akrabalarının merkezi iktidarla birlikte tutum almak zorunda kalması da kan bağının çözülüşünü ve toplaşmayı yansıtır. Artık kabileler arası savaşlara da yol açan suçta tüm kabile üyelerinin sorumluluğu kaldırılmış, suçun bireyselliğiyle tabir yerindeyse ‘türdeş’ toplum ve buna ait tek bir hukuk, kabile toplumunun geleneklerine göre büyük bir ileriliği temsil eden tek Allah’lı ‘ümmet’ hukuku geçerli kılınmıştır. Burada görüyoruz ki Hz. Muhammed günümüz postmodern İslamcılarının düşündüğü gibi demokrasicilik oyunuyla ayrıştırıcı olarak ortaya çıkmıyor tam tersine her devrimci gibi bir merkezci olarak topluluğunu birleştiriyor.
     ‘Ümmet’ sözcüğünün Sümerceden gelmesi ve İbranilerde umma’nın halk anlamını ifade etmesi de aslında kabileler arasındaki bu türdeşleşmeyi çok güzel yansıtır.12  Daha doğrusu gelişen aristokrasinin dışındaki tebayı, tabilik ilişkilerini. 
      Ümmet, ilk doğduğu, ya da daha doğrusu oluşturulmaya çalışıldığı dönemde, kan bağına dayalı kabile topluluklarının gelişen özel mülkiyete bağlı olarak çözülen kültürünü düzenleyen ve toplaştıran rolüyle büyük bir ileriliği temsil etmekteydi. O, ortaya çıktığı coğrafyadaki özümleyiciliği ve kapsayıcılığıyla deyim yerindeyse kabileleri halklaştıran bir kültürü tanımlıyor. Öyleyse sözcüğün kazandığı anlama bakılırsa ümmet, fiilen devlet tarafından oluşturuluyor yani bir devrimle maddi hale geliyor.
       Yine ümmete benzer biçimde millet kavramı da toplumun doğal gelişmesinin yönünde bir devrimle ortaçağın etnik ve dini yapılarının sözcük yerindeyse türdeşleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
       Bu nokta aynı zamanda İslamcı aydınlarımızdaki tutuculuğun ve gericiliğin sınandığı yerdir. Bu türdeşleşmelere, ‘bir kazanda erimelere’, milleti oluşturan modern devlete ne yazık ki itirazı olan aydınlardan A. Bulaç’a göre modern devlet, çok sayıda farklı kimliği, dini, etnik ve kültürel gurubu bir arada yaşatma çabasında acze düşüyor.13 Halbuki Ortaçağın geleneksel cemaat yapıları iyi kötü fakat fiilen çoğulcudur.14 O aslında böylece, Hz. Muhammed’in kan bağına dayalı kabile ilişkilerini kırarak ümmet ilişkilerini geliştiren büyük uygarlık devrimini de anlamadığını göstermiş oluyor. Oysaki biz onun zenginlik olarak nitelendirdiği dini ve etnik yapıların, Medine vesikasında Hz. Muhammed’in elinde dönüşerek tek bir yasa etrafında büyüyen ve gelişen bir ümmet toplumu oluşturmaya yöneldiğini gördük. Hatta kurulan devletle birlikte bu topluluk ivme kazanarak din bağıyla bağlanmış müminler olarak giderek daha da birbirine benzetilmişti. Bulaç’ın millet için deyişine benzer biçimde ümmet de kabile ilişkileri ve inançları için bir kazan görevi görmüştür.
        Medine Vesikasının batılı uzmanlarından olan W. Montgomery Watt bunun farkına varmış olacak ki ümmetin yaygın bir şekilde kullanılmış olmadığını, kesinlikle ve daima etnik, dini topluluklar için kullanıldığını belirtiyor.15 Böylece o da ümmeti tarihsel niteliğinden ayırarak emperyalist çıkarlar yönünde kullanılabilecek bir kavram haline getiriyor. Yani tarihi postmodern okuyarak kabileden devlete sıçrayan toplumun gelişme yönünü bilinçle çarpıtıyor. Buradan da İslamcı aydınlara ders çıkarmaları gereken mesajı ulaştırmış oluyor. Bilincinde oluşturduğu ayrıştırmayı gelişme olarak tekrar diriltmeye çalıştığı kabile ilişkilerine yamıyor. Yani tarihe çalım atıyor. Oysa Hz Muhammed’in Medine’ye gelişiyle birlikte Muhacirlerle Ensar arasında ümmetin oluşması ve gelişmesi yönünde bir ‘kardeşleşme’ yaşanmış ve Yahudi kabile başkanlarıyla da bir araya gelinerek ortak bir yasa biçimlendirilmişti. Bulaç’da mal bulmuş Mağribi gibi bu yönelişi anlamak istediği biçimde ‘zamanımızın da önemli hususiyetlerinden biri’ olduğunu belirttiği bir ‘diyaloga’ indirgiyor ve bu tutumun günümüz için herkesi farklı hukuk temelinde ayrıştıran postodernizmin “neysen osun” ya da “öteki” ilkesine uygun olduğunu bildiriyor.16 Yani o böylece bugünün neoliberal, postmodern kültüründe de karşılıkları bulunan hukukun üstünlüğü! demokrasi! ve insan hakları! temelinde bir birlik çağrısını da gerçekleştirmiş oluyor. Bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor. Günümüze verilen mesaj ise açık. Vatanda ayrılık, Haçlıyla birlik.
        Vesikaya dönersek yine kabile geleneklerinin gerektirdiği ‘bir yaralamanın öcünü almak yasaklanmayacaktır’17 maddesi her ne kadar bunun izni Hz. Muhammed’e verilmiş gözükse de günümüze mesaj açısından düşünüldüğünde toplulukların kendi hukuklarını yaşama talepleriyle örtüşen bir maddedir. Maddeleştirilmesinde iyi niyetle çalışıldığını kabul etmek istediğimiz, kabile geleneklerine verilen bir taviz olarak da düşünülebileceğimiz bu madde bugün için dersler çıkarabileceğimiz milli devletin çözülmesine katkı yaptıran açılımıyla ve Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmelerine benzerliğiyle de bir anlam taşıyor. Aslında ilginç olan da burası…
       Burada Bulaç’ın Medine vesikasını evrensel birlikte yaşama projesi olarak nitelemesi de18 dikkat çekiyor. Doğal ki bu onun postmodern çerçeve içinde değerlendirilmesini gerektiren görüşüdür. Ortaçağ toplumlarının çoğulculuğuna! gönderme yaparak kurumlarını ve ilişkilerini modern devlete karşı destekleyenler milli devletle ve milli piyasayla sorunu, davası olanlardır. Zaten o da bunu açıkça belirtiyor.19 Milletle, milli piyasayla davası olanların ise aslında o piyasaya üretim yapan köylüyle, marabayla, sanayici ve işçisiyle davası vardır. Çünkü korunmayan piyasaların yıkımından etkilenenler eğer milli piyasayı uzaydan gelenler oluşturmuyorsa bunlardır. Burada milli piyasanın, milli devletin düzleştirilmesine katkı yapıldığı açıktır.
       Ali Bulaç’ın ortaçağlı olan çoğulculuğu görülüyor ki etnik ve dini yapılara dönük olarak emperyalist kültürün talepleriyle örtüşüyor. Ona göre çoğulculuk modern devlete ait bir kavram değildir ve asıl çoğulculuk ancak kendi kimliklerini kendileri tanımlayan birey ve gurupların din ve hukuk seçme hakkına sahip olmasıyla gerçekleşebilir.20  Böyle devrimci bir tasarı ise ancak hukukun tekil niteliğine son vermekten geçer.21 Bunun ise, aslında ortaçağ toplumunun bile gerisine düşüşü savunmakla eşdeğer olduğu çok açık.
      Bulaç devam ediyor: Medine Vesikası bağlamında din ve hukuk seçip, seçimlerini deklare edenler birer hukuk topluluğudur ve bu topluluklar siyasal birliğin teşekkülünü tespit etmek üzere taraf kabul edilirler.22 Dikkat ediniz siyasal birliğin teşekkülünü… Zaten Hz. Muhammed de vesikadaki çoklu hukuku gözeten “Hakem” rolündedir. Yukarıda Hz. Peygamberimizin tutumunu gördük, artık diyeceğimiz bir şey yok. Yine o, bir arada ve yan yana yaşamak zorunda bulunan hukuk toplulukları arasında karşılıklı çıkar ilişkilerini, ortak ve bölünemez hizmetleri yürütmek için kurulacak meclislerin yerel, kentsel ve genel olabileceklerini belirtiyor.23 Ve öyle ki bu meclisler, ortak çıkarın(milletin) elindeki kaynakları kendi çıkarları için yönlendirebilirler.24  Görüyorsunuz Bulaç burada 2003 yılında çıkarılan İkiz Yasaları savunuyor. İkiz yasalarda bölgelerin kendi ekonomik kaynaklarını kendi yararlarına kullanma hakkını tanıyordu.
       Demek ki Bulaç etnik, dini her türlü çoğulculuğu özlerken aslında günümüzde Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika (ve Asya) Projesinin gerçekleşmesine katkı yapmış oluyor.
       Belirtelim ki efendi ABD daha II. Dünya Savaşı sona ermeden etnik ve dini yapıları, çoğulculuk ve özgürlük temelinde esas kültürel politikasının merkezine oturtmuş, 1949’da da silahlı yaptırım gücü olarak Kuzey Atlantik İttifakı’nı (NATO) kurmuştu. C.L.Straus kültürlerin çoğulluğunu ilk kez 1951 yılında Unesco tarafından verilen siparişle çalıştığı belirtiyor.25 S.Huntington da 1950’ler ve 1960’larda ABD’de entelektüeller ve politikacıların azınlık kültürlerine söz hakkını, çok kültürcülüğü teşvik etmeye başladıklarını belirtiyor.26 Rastlantı bu ki Hamidullah da 1952’ de sözleşmeli personel olarak yurdumuzda ders vermeye başlamıştı.
        Bir kez daha aydınlar açısından postmodernizmin farklılık ve öteki adı altında etnik ve dini yapıların kültürünü besleyip öne çıkarmasının nedeni düşünülmelidir.
       Postmodern İslamcılar ABD’nin etnik ve dini yapıları uyaran kültürel politikalarını savunarak hangi özgür iradeye katkı yapmış olacaklardır.
        Her emperyalist talebin aslında bir çaresizliğin, zavallılığın ifadesi olduğu anlaşılmıyor mu? Bu taleplerle vatanımızın ve milletimizin nereye itildiğini her halde karanlık olduğu için göremiyoruz?



1-Muhammad Hamidullah, İslam Peygamberi, Türkçesi: M. Sait Mutlu, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1967, s.122
2-Yeni Ümit, Dini İlimler ve Kültür Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s.68, Ali Bulaç, Medine Vesikası
3-Yeni Ümit, Dini İlimler ve Kültür Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s.68, Ali Bulaç, Medine Vesikası
4-A.g.y
5-El Beyhaki, es- Sünenül-Kübra, Haydarabad,1334 VIII. 106 (Kitabu’d Diyat blm.) aktaran Ali Bulaç, agy s.68
6-Buhari’den aktaran Ahmet Ağırakça, Medine Vesikasının Değeri, Haksöz dergisi, sayı 23- şubat 93
7-Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 2.cilt, çev.Salih Tuğ, İstanbul 1993, s.845
8-A.g.y
*İsnad - peygamber sözü olan hadislerin sırasıyla kimler tarafından söylenegeldiğini bildirme.
*Tehalüf – hakimin iki tarafa da yemin verdirmesi.
9-İbn-ül Kelbi’den aktaran Muhammed Hamidullah, a.g.y s.848
10-Taberi, Milletler ve Hükümdarlar tarihi II, çev: Zakir Kadiri Ugan, Ahmet Temir, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1966, s.43
11-A.g.y, s.863
12-Bkz. Arthur Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, Baroda, 1938; Jozef Harovitz, Koranische Untersuchungen, 1926, s.52’den aktaran W.Montgomary Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, çeviren.Ulvi Murat Kılavuz, Birey yayıncılık, İstanbul 2001, S.27
13-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.146
14-Agy, s.206
15-W. Montgomary Watt, s. 27
16-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.138
17-Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çeviren Salih Tuğ, beşinci baskı, İrfan yayınları, İstanbul 1993, s.209/36
18-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.250
19-Agy, sf.10
20-Agy, sf.231
21-Agy, sf.232
22-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.228
23-A.g.y. sf.136
24-A.g.y. sf.137
25-C.L. Strauss, Mit ve Anlam, Alan yayıncılık, Türkçesi:Şen Süer- Selahattin Erkanlı, İstanbul 1986, s.64
26-S.P.Huntington, Medeniyetler çatışması, Murat Yılmaz, Vadi yayınları, yedinci basım, Ankara 2002, s.77









24 Şubat 2010 Çarşamba

Emperyalistler ve onların işbirlikçileri topluma korku salarak teslimiyet havasını hakim kılıp planlarını gerçekleştirmek istiyorlarmış.

Bu doğal ki korkuyu tanıyanlar için geçerlidir. Korkuyu en fazla ortaçağ kültüründen beslenenler içselleştirir. Biz anamızdan, babamızdan, milletimizden bu sözcüğün ne demek olduğunu öğrenmedik. Çünkü onlara da öğretmemişler. Dünya da zaten gerektiğinde vatanı için ölmeyi bilen bu milletin bir uşaklığı birde korkuyu öğrenemediğini biliyor. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin vay haline...

23 Şubat 2010 Salı

Cumhuriyet Başsavcısı...

Her yere tabela asıyorlar, “Avrupa’nın en büyük adliye sarayını yaptık” filan diyorlar.
*
Halbuki, bu iş binayla olsaydı...
Yargıtay Başkanı müteahhit olurdu.
*
Bakın...
*
Cumhuriyet Başbakanı denmez.
Cumhuriyet Bakanı denmez.
Cumhuriyet Müsteşarı denmez.
Cumhuriyet Büyükelçisi denmez.
Cumhuriyet Valisi de denmez.
*
Ama...
Cumhuriyet Savcısı denir.
*
Peki niye?
*
Mustafa Kemal de merak etmiş... Ve, “cumhuriyet savcısı” sıfatının isim babası olan Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’a sormuş aynı soruyu, “Niye?”
*
İsviçre’de hukuk doktorası yaparken, İzmir’in işgal edilmesi üzerine Kurtuluş Savaşı’na katılmak için yurda dönen ve Ege dağlarında vuruşan... Sonra da Mustafa Kemal’in emriyle hukuk reformunun temellerini atan
Profesör Mahmut Esat Bozkurt, şu cevabı vermiş...
*
“Gün olur, Cumhuriyet’i korumak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, büyükelçiden, validen bile hesap sormak gerekebilir... İşte onun için, Cumhuriyet Savcısı’dır!”
*
Cumhuriyet’i savunmak...
“İlk işi”dir.
*
İrticayla mücadele etmek için, ekstra plan mlan hazırlanmasına gerek yoktur.
*
Dolayısıyla...
*
Tarikatçıların cirit atması için, irticayla mücadele etmeyi suçmuş gibi gösterenlerin... Haysiyet cellatlarının yargısız infazlarını gülümseyerek seyredenlerin... Hayatını Cumhuriyet’e adamış komutanları ayağına getirirken, teröristin ayağına tıpış tıpış mahkeme götürenlerin... Bu millete verebileceği “hukuk
dersi” yoktur.

YILMAZ ÖZDİL ( 19.02.2010 )

Gönderen:Hakan Sırt

22 Şubat 2010 Pazartesi

Tek-elçilerimiz...

Emekçilerimiz büyük bir olgunlukla eylemlerini bir üst aşamaya sıçrattı. Türk-iş, Kamu-sen, Disk ve Kesk başkanları 26 Mayısta genel eylem kararı aldıklarını belirttiler.
Tekel işçilerinin kararlılığının sendikalar başta olmak üzere tüm toplumumuzu etkilediği görülüyor. Onların direnişleri, dönmez yüzleri bütün umutsuzlukları, kararsızlıkları siliyor. Onlar bize umudun lafla değil işle nasıl güçlendirilebileceğini de öğretiyorlar.
Ne yazık ki emekçilerimizi Ankara'da ziyaret edemedik. Fakat yanlarına giden arkadaşlarımızın anlattığına göre misafirlerine olan yaklaşımlarının tüm toplumun çıkarlarını savunduklarını belirtircesine çok sıcak ve verici olduğu biçimindedir. Hatta bu konuda bir fedai gibi kendini silen bir tutum aldıklarını belirtiyorlar. Türk milletinin bütün yüceliğiyle.Selam olsun yiğitlere..

Çanakkale şehitlerine

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Gönderen: Mehmet Akif Ersoy

18 Şubat 2010 Perşembe

Osman'ın sabıka kaydı

Ergenekon davasının hem sanığı hem de gizli tanığı, Danıştay cinayetinin katili, Ergenekon savcılarının “Osmanım”ı, Hâkim Özese’nin ise “Osman Bey”i olan Osman Yıldırım’ın sabıka kaydı şöyle:
· Kasten adam öldürmeye teşebbüs ve ruhsatsız silah taşımaktan 9 yıl hapis.
· Ablasını öldürmekten 20 yıl hapis.
· Nüfus kâğıdında sahtecilik yapmaktan mahkûm.
· Öz yeğenini satarak fuhuşa aracılık etmekten 2 yıl 6 ay hapis. Yani pezevenklik yapmış.

Sicili böyle olan Osman Yıldırım, Atatürk’e “İngiliz piçi” demiş.

Şu duruma bakın:
Atatürk’e salyalı sümüklü saldıranlar ya ABD-Soros-AB’den aldıkları hibe karşılığı “iğfal edilmiş” olanlar, ya da Osman Yıldırım gibi düpedüz pezevenk!

Yılmaz Dikbaş
15 Aralık 2009

Gönderen:Engin Buran

TRT' nin yeni haber kadrosu

Adı Soyadı ve Eski Kurumu
Ahmet Böken -STV Haber Genel Yayın Yönetmeni
Ahmet Torun -STV Haber Müdürü
Cumali Çaygeç -STV Haber Editörü
Cavit Atasever -STV Haber Editörü
Mehmet Çığın -STV Haber Programları Editörü
Meryem Özkurt -STV'de Ahmet Böken'in Programının yönetmeni
Rahmi Şener -STV
Sedat Dalda -...STV
Hasan Basri Erden -Cihan Haber Ajansı
Burhan Torunlar -Cihan Haber Ajansı
Fettah Erdurur -Cihan Haber Ajansı
Halil İbrahim Özemiş -Cihan Haber Ajansı
Servet Dağ -Cihan Haber Ajansı
İlyas Dal -Zaman
Erkan Söğütçü -Zaman
Murat Kaban -Zaman
Abdülkadir Beşikçi -Aksiyon Dergisi
Ercan Baysal -Kanal 7
Murat Nuhoğlu -Kanal 7
Erdoğan Baycan -Kanal 7
Yasemin Demirhan Erden -Kanal A
Faruk Ayaz -Kanal 24
Anda Ayva -Kanal A
Yalçın Salay -Aksiyon Dergisi
Ertan Ömeroğlu -Kanal 7
Uğur Alıcı -Kanal 7 - İHA

TBMM TV Kaynak
Bir de aldıkları paraları (Maaş ve diger özlük haklar v.s.) bir
bilseniz, BBC bile TRT'ye transfer olur . .

Gönderen: Gülriz Yalçın

Tarih öncesinde uygarlık olur mu?

Tarihte uygarlık olarak nitelenen coğrafi merkezlere baktığımızda özel mülkiyetin, ticaretin, yazı ve paranın, devlet ve ordunun, siyasetin, hukuk ve ideolojinin, dinin, bilim ve sanatın gelişmişliğine tanık oluyoruz. Sümer, Mısır, Çin, Hint, Orta Asya ve Akdeniz uygarlıkları aynı zamanda toplulukların yaşamlarının yeniden üretiminde doğayı da göreli olarak egemenlik altına alarak sıçrama yaptıkları merkezlerdir. Buralar özel mülkiyetin gelişmesi sonucu insanlar arasında oluşan farklılaşma dolayısıyla bir sınıflaşmanın yaşandığı coğrafyalardır.
Sınıflar bilindiği gibi biri diğerinin emeğini mal edinebilen insan guruplarıdır. Bu gelişmenin bir devlet yapılanmasına yöneleceği açıktır. Yönetici sınıfın zor kuvveti böylece topluluğu ilerletmiştir. Açıkçası kan bağına dayalı örgütlenmenin artık gelişmeyi önlediği yerde devlet toplumu sıçratan bir rol oynamıştır. Demek ki uygarlık devletin varlığını öngörüyor. Devlet olmadan uygarlık olmuyor. İdeolojiler de toplumu oluşturan bu farklı sınıfların değerler sistemi, kendilerini yansıtma biçimi olarak ortaya çıkıyor. Açıkçası tarih uygarlıkla başlıyor ve uygarlığın insanlığın aşması gereken bir eşik olduğu görülüyor.
İşte burada kendimize bu eşikten önce, tarihten önce, yani uygarlıktan önce ne vardı sorusunu sorabiliriz.
Buna da basitçe ilk uygarlıkları niteleyen olgulara bakarak özel mülkiyet yoktu, meta ticareti yoktu, eşitsizlik yoktu, sınıflar dolayısıyla baskı yoktu, para ve yazı yoktu, ideoloji yoktu, din yoktu, bürokrasi yoktu, halktan ayrı bir ordu, kısaca devlet yoktu biçiminde cevap verebiliriz.
Bunların yokluğundaysa ancak kan bağına dayalı ilkel ortaklaşmacı boy(kabile) ilişkileri söz konusu olabilir. Boy(kabile)topluluklarının yaşamlarının yeniden üretimi onların kültürlerini oluşturuyordu. Bu kültürel üretim aynı zamanda inanç sistemlerini, totemizmi geliştirmiştir. Öyleyse tarih öncesinde uygarlık değil topluluğun gelişmesine bağlı kültürün aşamaları vardı. Bu aşamalar aynı zamanda toplulukların doğa üzerindeki egemenliğinin ölçüsünü de gösteriyordu. Onların maddi ve manevi olsun değerlerini yansıtıyordu.
Sözü daha fazla uzatmadan uygarlık ve kültür ayrımını, insanlığın uygarlığa geçerken yaşadığı farklılaşmada çok güzel yansıtan bir Sümer şiiriyle bağlayalım.

Eskiden yılanın olmadığı,
Akrebin olmadığı bir devir vardı,
Sırtlan yoktu, aslan yoktu;
Ne vahşi köpek vardı ne kurt;
Ne korku vardı ne dehşet;
İnsanın rakibi yoktu.

Eskiden Şubur ve Hamazi ülkelerinin
Bunca(?) dilin konuşulduğu Sümer’in
Tanrısal yasalı büyük prens ülkesinin,
Uri’nin gerekli her şeyi sağlanmış ülkenin
Güvenlik içinde dinlenen Mortu ülkesinin
Bütün evrenin birlik içindeki halklarının
Enlile tek bir dilde saygı sundukları bir devir vardı

Ama sonra, Efendi Baba, Prens Baba,
Enki, Efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba,
Öfkelenen(?) Efendi Baba, Öfkelenen(?) Prens Baba, öfkelenen Kral Baba… 1

1-Samuel Noah Kramer, çev.Kaan İren, Kabalcı yayınları, ist.1992, s.133

13 Şubat 2010 Cumartesi

Özel Çıkar sisteminin aleti

Büyük Fransız Devriminin önderi modern burjuvazi, egemenliğinin Tanrıdan geldiğini iddia eden krallığı, bağlaşığı köylülerle birlikte yıkarak feodal parçalılığa son vermiş, derebeylik yapılarını yıkmış, milli egemenlik ve eşitlik prensiplerine dayanan özgürlükçü, laik bir devlet kurmuştu. Ne yazık ki modern burjuvazi, sınıfsal çıkarının gereği bu bağlaşıklarından yüz çevirerek devrimin prensiplerini çok erken terk etmiştir. Albert Soboul, Büyük Fransız Devriminin daha 1795’te sona erdiğini belirtiyor.1
Sistem yeniden, akılcılığın yerine gelenek ve dini çıkarır. Din, böylece halk sınıfları için sistemin dışına çıkmayı önleyen bir havuz, aristokrasi ile ittifaka yönelen burjuva sınıfı için ise bir dayanak ve alet olarak canlandırılmıştır. Bonapart’la birlikte ise din diriltilmiş, eski gücünü yitiren kilise bir idare aleti haline sokulmuş, çıkarılan kanunlarla devlete iyice tabi hale getirilmiştir.2
Sosyal ve siyasi çalkantılardan düşünce ve sanat akımlarının da etkileneceği açıktır. Burada da akılcılıkla gelenek, umutla umutsuzluk her yerde mücadele içindedir. İnsanın yabancılaşması gerçekleşirken, umudun yitirilişiyle birlikte birey de içe kapanarak özgürlüğe giden yolu gerçek dünyanın dışında aramaya başlar.3 1830’lardan sonra ise gitgide kabaran gericilik dalgasının etkisiyle insanların yalnızlaşarak derin bir huzursuzluğa itilmesi, Katolik feodalizme özlemi ifade ettiği söylenen romantik akımı geliştirecektir. Bu akım Katolik Kilisesini sanatın anası ve vatan sevgisinin koruyucusu olarak över.4
Pozitivizm de, kurucusu Auguste Comte’un (1798-1857) son yıllarında, dine kayan bir biçim alır.5 Ona göre de din, toplumsal birlik için gereklidir.6 Birleştirici olması dolayısıyla lazımdır. Bu sözlerin yankılanacağı yer bellidir. Monarşinin kuramcısı Charles Maurras, pozitivist olmasının nedenini Comte’un örgütlenmenin, otoritenin ve yenileştirilmiş ruhsal gücün öğreticisi olmasına bağlıyor.7 Görüldüğü gibi inanç, özgür düşünceyle uzlaştırılmaya çalışılıyor. Yine bu dönemde Kilisenin yeni gerçekler karşısındaki değişme ihtiyacı da vurgulanmıştır.
19. yüzyılın son çeyreğine girerken ise serbest ticaretin tekel yönünde gelişmesinin doğurduğu büyük toplumsal sorunlarla din, halk sınıflarının tam anlamıyla bir havuzu haline getirilir. Kitle mücadelelerinin giderek yükseldiği süreç I. Vatikan konsilinin 1869’da8 aldığı kararlara da damgasını vurmuştur. Bu koşullarda Konsil emekçi sınıfların ideolojilerini mahkum ederek, dinle bilimi uzlaştıran, Papanın tanrı kelamının sözcüsü olarak yanılmazlığını kabul eden kararlar almıştır. Kapitalizm için dinin yalnızca bir dayanak değil daha çok alet olduğu açık bir biçimde görülüyor.
Ezilen dünyanın da bundan nasipsiz kalamayacağı açıktır. Daha devrimci döneminde bile köleliği korumaktan çekinmeyen kapitalizm,9 kendi dini olan Hıristiyanlığı kullanarak misyonerleri aracılığıyla sömürgelerde de halkın dinini zorla değiştirme çabasına girmişti. Doğal ki amacı, halkı kendi öz kültürüne yabancılaştırarak, direncini kırıp tam siyasi kontrole giden yolu açmaktır.
Kapitalizmin dini alet olarak kullanma faaliyetleri, onun emperyalizme dönüşmesiyle bağıntılı olarak, tekel-öncesi(serbest ticaret) ve tekelci kapitalizm dönemlerine ayrılabilir. Batı Avrupa’da kapitalizm, tekel-öncesi evresini 19. Yüzyılın son çeyreğine doğru tamamlamıştı. Sistem bu dönemde kiliseyi tam anlamıyla alet olarak kullanabileceği bir duruma sokmuştur. Bu nitelik değişimi sömürgelerde ideolojik, kültürel, siyasi yaklaşım değişiklikleriyle de kendini gösterecektir. Örneğin İngiliz emperyalistleri 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de eğitim görmüş Hintlilere, yönetimlerinin maddi yararlarını sunmaya ve ortak çalışmalar yapmaya yönelirken ezilen ülkelerin dinleri konusundaki davranışlarını da bir üst aşamaya sıçrattılar. İngilizler artık bu ülkelerdeki insanlara kendi dinlerini, İngiliz muhibbileri eliyle öğreteceklerdir.
1876 yılından sonra dev ölçülerde artan sömürge edinme olayıyla kendini gösteren tekelci evre, sisteme İslamiyet’in de dayanak ve alet olarak kullanımını ilave etmiştir. Bu arada misyonerlik faaliyetleri de yoğunlaşır. I. Dünya Savaşı döneminde Kazım Karabekir, misyonerlerin “müstemlekelerde ve müstemleke olmaya elverişli olan geri memleketlerde Reis’lerin, Raca’ların, Arabistan İmam’larının, Sultan’ların harimine kadar girdiklerini” yazıyor.10 Misyonerlik yani emperyalizmin hizmetindeki Hıristiyan kültürünü yayma, egemen kılma faaliyetleri, II. Dünya savaşı sonrası ABD’nin kapitalist bloğun efendisi olarak ortaya çıktığı ve Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla 1990’lı yılların başından itibaren dünya imparatorluğu için mücadele ettiği dönemde çok daha programlı olarak tekrar yükselişe geçecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasında ABD, demokrasi ve özgürlüğün havarisi olarak ortaya çıkmıştı. Truman, 12 Mart 1947’de ulusa sesleniş konuşmasında, yeni politikanın çerçevesini de çizerek, “özgür halklar özgürlüklerini korumaları için kendilerine yardım etmemizi bekliyorlar”11 diyordu. Göz yaşartıcı…
1948’de komünizme karşı dünyada din cephesi adı altında bir cephe oluşturulur.12 1949’dan itibaren de artık ABD ‘özgür dünyanın’ lideri olarak etnik ve dini yapıların desteklenmesini, beslenmesini giderek artan bir biçimde geliştirir. 1959’da ise Papa, dünyada meydana gelen gelişme ve değişmelere, daha doğrusu yeni güç dengelerine uyum sağlamak amacıyla II. Vatikan Konsilini toplamaya13 karar verir. 1965’lerde dinler arası diyalog çağrıları başlar. Daha doğrusu ezilen dünyada milli devletlerin barbarlığını! yaşayan dinlere çağrı yapılır. Postmodern kalemşorlar büyük üstatlar olarak bu barbar ülkelere gönderilir.
Max Horkheimer, “temelden dirilmiş bir din versiyonunun barbarlığın kıyısında olduğu anlaşılan dünyanın göbeğinde bir adalet arzusunu temsil ettiğini”14 belirtiyor. Görünen o ki postmodern Haçlı barbarlar uygarlaştırmak için milli devlete karşı İslam dinini de meta olarak kullanmaktan vazgeçemiyorlar. Talepleri İslam dininin de postmodernleşerek Haçlılaşmasından başka bir şey değildir. Eğer din, “postmodern” olmazsa yani Haçlıyla işbirliğinde bulunmazsa ‘barbarlığın kıyısında, yani milli devletlerin elinde olduğu anlaşılan dünyanın göbeğinde bir adalet arzusunu temsil eden’ bir çağrı değildir. Çünkü bu türüyle bir geleneği ifade eden dinde postmodernizme karşı göreli bir uyumsuzluk vardır. İşlevini layıkıyla yerine getiremez. Açıkçası o, Hz. Peygamberimizin Medine’de devleti için ilk iş olarak yaptığı gibi bir toprak parçasını “kutsal” olarak görebilir, onu sınır nişanları koyarak kutsallaştırabilir.15
Halbuki postmodern kalemşorların tam da işleri güçleri bu “kutsal”ladır. Max Horkheimer’da barbarlığın başlangıç sınırı16 olarak gördüğü bu “kutsal”da düşünceye hesap sorulduğunu belirterek ikiyüzlüce özgürlük ve demokrasinin havariliğini yapar.
Büyük Fransız Devrimi, aydınlanma felsefesinin ilerici düşünceleriyle milli bir devlet kurmuş ve eski geleneklerin sürmesi ya da canlanmasından çıkarı olanların her zaman hücumlarının hedefi olmuştu. Horkheimer’in barbarlığın başlangıç sınırı olarak nitelendirdiği yer işte akılla kurulmuş bu “kutsal” milli devletin sınırlarıdır. Kendine demokratik ve sosyalist devrimlerin ilkelerini örnek almış Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarıdır.
Bu kalemşorlar ABD’nin kapitalist bloğum hakimi olarak ortaya çıkmasından sonra kendilerini çok geliştirmişlerdir. D. Harvey, “postmodern teolojik projenin aklın kudretini terk etmeksizin Tanrının hakikatini yeniden ileri sürdüğünü” belirtiyor.17 Her tasarım, yeni bir gerçek oluşturmak için vardır. Görülüyor ki Tanrı hakikati sanki vicdanlarda yaşayamıyormuş gibi “kutsal” yeniden milli devletlere karşı ileri sürülerek metalaştırılıyor. Öyleyse bu davranış, kendinin yaşaması için milli devlette tanrı gerçeğinin yeniden siyasal hayatın içine çekip toplumu bölmek anlamına gelmiyor mu? Onu büyük çatışmaların içine iterek devletsiz bırakmak anlamına gelmiyor mu?
Görüyoruz ki, dinler, çevrede ezilen milli devletlerin zayıflamasıyla, Türkiye’mizde cumhuriyetin kazanımlarının yıkımıyla doğru orantılı olarak gelişme kaydetmişler ve güçlenmişlerdir. Geliştikleri daha doğrusu emperyalizme uyum sağladıkları ölçüde de emperyalist küreselleşme olgusuna siyasi, ekonomik ve kültürel düzeylerdeki katkıları sağlanmıştır.
Kapitalist gelişmelerini tamamlayamamış, iç pazarı bütünleştirememiş, ortaçağın yapı ve ilişkilerini söküp atamamış devletler etnik ve dinsel kalkışmalarında zeminini oluşturdukları açıktır. Bu ortaçağlı etnik ve dini yapılar, milli devletin var olma zeminini daraltan bir rol oynarken, birbirlerinin iktidar alanlarını sınırlandırarak bir kaos ve çatışma ortamı da yaratabilirler.
İşte günümüz tekelci kapitalizminin kültürü olan postmodernizmin dinlere, cemaatlere, tarikatlara olan özel ilgisi de buradan kaynaklanıyor. Onun farklılıklara, ötekine, “özgürlüğe”, “demokrasiye” olan vurgusu da beslediği ve desteklediği etnik ve dinsel yapıların milli devleti parçalayan rolleriyle bir anlam kazanır. Burada geçerken belirtmeliyi ki emperyalizmle uzlaşsın veya göreli mesafeli kalsın en sonunda bu yapıların değişim değeri haline gelmesi zorunludur. Çünkü şaşzaman durumundadırlar ve gelişen uygarlıkla çarpıştıklarından gelecekleri de yoktur. Çıkarları ise ancak ve ancak onları curuflarından arındırarak vicdanlara yerleştiren milli devletlerle birlikteliktedir.
Ortaçağ ideoloji ve kültürlerinin güçlenmesi aslında tekelci sistemin iflasından başka bir şey değildir. Emperyalizmin merkezlerinde de toplumların çok yoğun olarak ortaçağın kültürel ortamlarına itildikleri görülüyor. Din, kör inanç dolayısıyla Haçlı dini, özel çıkar sisteminin korunmasının gereği toplum yaşamında giderek çok daha fazla rol alıyor. Sistemin gelişmeyi bırakın ölüme yatması, can çekişmesi insanlarda da geleceğe umutla bakma, ilerleme idealinin kaybolmasına neden oluyor. Yükselen bir uygarlık bizim bildiğimiz içi gerçekle doldurulmuş kavramlar, ilerinin, umudun, çözümün zorlayıcı kavramlarını üretir. Fakat emperyalizm yıkıma sürüklediği insanda umutsuzluk ve huzursuzluğun kavramlarını üretiyor. Öyleyse umutsuzluk ve çıkışsızlığın özel çıkar sisteminin umudu, çıkışı ve huzuru olduğu söylenmelidir.
ABD’nin dünyada “din özgürlüğünün” havarisi olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Maxime Lefebre, bu ülkenin bütün dünyada mesihçi ve neredeyse dinsel bir vizyonla hareket ettiğini belirtiyor.18
P.Drucker’e göre de dinin ABD’deki toplum yaşamında bir öğe olarak yoğun bir biçimde yeniden güç kazanması, evangelik ve pastoral kiliselerin yeniden güç kazanmaları bir ölçüde kurtuluşun toplum yoluyla geleceğine ilişkin laik nitelikli inancın ortadan kalkmasına tepkidir.19 Postmodernizmin aydınları artık geliştirdikleri nedenleri ortadan kaldıran tersten ifade yöntemiyle tarihi siliyorlar. Drucker, bugün Amerika’da dinin yeniden güç kazanmasını Amerikan devriminin laik söyleminin ortadan kalkmasına tepki olarak geliştiğini söylüyor. Postmodernizmin aydınlarının sistemlerinin çıkışsızlığı gibi giderek düşüncelerini ifade edemez duruma gelerek kumdan halat bükmeleri kaçınılmazdır. Özel çıkar sisteminin kalemşorlarının ifade yeteneklerinin gelişimi gerçektende inanılmaz düzeyde.
Tekel çağında ortaçağ inanç, hurafe ve örgütlenmelerini besleyen, büyüten kültür, dünya çapında sömürebileceği sınırlandırılmamış bir pazar yaratarak, daha doğrusu bir imparatorluk kurarak kendi sistemini sürdürme çabasıyla mutlak olarak modern milli devlet kültürüne daha doğrusu çağımızda insanlığı ilerleten kültüre olan düşmanlıkta gemi azıya alır. O dinden daha fazla dini düşünür. “Din dünyadan tecrit edilemez; din moral güç olarak serbest bırakılmalıdır.”20 Bütün milli devletlere, göreli bağımsız piyasalara duyurulur. Aleti postmodernleştirme çabası gerçekten de gözlerimizi yaşartıyor.
O, hem Hıristiyan’dır hem de Müslüman. O, hem Güneye Haçlı seferi açmıştır, hem de Güneylidir. Bol keseden dinsel, aynı zamanda etnik kimlik de dağıtarak farklı ve güçsüz irade merkezleri yaratmaya çalışarak milli devleti zayıflatır. Milli devlete karşı mücadelede bu irade merkezlerinin güçsüzlüğü, onların satın alınarak, hizaya getirilerek piyon durumuna düşmelerine neden olur.
Joseph Nye Junior “söz konusu olanın ötekileri, sizin istediğiniz şeyleri isteme noktasına götürmek”21 olduğunu belirtiyor. Doğal ki önce onları besleyip canlandıracak ve yönlendireceksin. Açık sözlü adam…
Postmodernizmin en önemli düşünürlerinden biri olan Faucault, moderniteyi baskı altına alma, disipline etme süreci olarak tanımlarken çağrısı, milli devleti oluşturan halkın içindeki bireylere, topluluklara, tarikatlara, cemaatlara, mezheplere, dinlere yönelir. Dinler, mezhepler ve tarikatlar, etnik yapılar hapis olmuştur, baskı altındadırlar. Özgür kalmalıdırlar. Ne yapsın koro elemanı olarak başka bir şey diyemiyor. Çaresiz oda aynı şeyleri kendi yeteneğine göre belirtecek.
Kendi geçmişiyle özdeşleşmiş fakat günümüzde içini iyice boşalttığı (Özgürlük), (Demokrasi) ve (İnsan Hakları) kavramları postmodernizmin dinleri canlandırma çabalarının olmazsa olmaz diyerek kullandığı şartlarındandır. Çünkü bu silahlara karşı çıkılamaz. Kavramların bu biçimde kullanılması aynı zamanda Batı uygarlığının ölümüdür ve ölen bu uygarlığın merkezinin de değişimidir.
Demek ki din Faucault’cu olmalıdır. ‘Sir’ Seyid Ahmet Bahadır Han’cı da olabilir. Aslında İslamiyet açısından bu onun gerçek çağrısıdır. Temsilcisi olduğu tekelci kapitalizmin kültürü ve ideolojisi olan postmodernizmle din, birlik olmalıdır. Değil mi ki din, modern dönemde vicdanlara hapsedilmiş, Allah ile kul arasındaki bir ilişki düzeyine indirilmiştir. Toplumsal yaşamın dışına sürülmüştür. Değil mi ki “bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlar”22 onların elinden alınmıştır...
İslam dininin de Türk Devriminde yaşadığı vicdanlara hapsedilme sürecini Hıristiyanlık, toplumsal ekonomik süreçlerin daha erken el vermesiyle daha önce vicdanlardaki yerini alarak toplum yaşamının dışına sürülmeyle yaşamıştı. Tekel çağında bütün dinler artık dünya sisteminin bir parçası olarak yaşar konuma gelirler. Doğal ki yaşadığımız söylendiği fakat emperyalizmin kendisinin yaşadığı postmodern denilen çağda, sistemin yaşattığı ölçülerde. Dinler de geleceklerini bu işbirliğinde bulmuşlardır. Dolayısıyla modern milli devlete karşı postmodern ideoloji ve kültür tarafından kendilerini kullandırdıkları veya daha açık ifadeyle sattıkları ölçüde rol alabilmişlerdir.
Alan Touraine dinlerin geri dönüşünden bahsederken, bunun yalnızca cemaatlerin savunmaya yönelik seferberliği olmadığını, aynı zamanda bireyi merkezi iktidar karşısında savunmasız bırakan görüşün reddi olduğunu söylüyor. Birey postmodern ideolojiyle silahlanarak merkezi iktidara karşı ayağa kalkmalıdır. Merkezi planlamanın başarısız kaldığı inancıyla yeni yaklaşımlar gerektiği düşüncesini23 ileri sürmelidir. Görüyorsunuz işte bir tek sonuç çıkıyor buradan, Milli Devlet yıkılmalıdır. Merkez yıkılmalı millet dağıtılmalıdır.


1- Albert Soboul, a.g.e, s. 642.
2- Albert Soboul, a.g.e, s. 666.
3- Sıdney Fınkelstein, Müzik Neyi Anlatır, çev: M. Halim Spatar, Kaynak yayınları,
3.Basım, İstanbul 2000, s. 68
4- Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, Alperen yayınları, Mart 2002, s.51
5- M.Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi kitabevi yayınları, Dördüncü basım, İstanbul 1980, s.465
6- Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev: Korkmaz Alemdar, Bilgi yayınevi, Kasım 1989, s. 81
7- Raymond Aron, a.g.e, s. 69
8- Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, Alperen yayınları, Mart 2002, s.51
9- Albert Soboul, a.g.e, s.189
10-Aktaran Erol Güngör, a.g.e, s.80
11- Maxime Lefebre, Amerikan Dış Politikası, çev: İsmail Yerguz, İletişim yayınları, İstanbul 2005, s.36
12- Abdurrahman Küçük, Misyonerlik ve Türkiye, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2005, s.46
13- Ali İsra Güngör, a.g.e, s. 58
14- Aktaran John W Murphy, a.g.e, s.130
15- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Türkçesi:Said Mutlu, İrfan yayınevi, İstanbul 1967, sh.125
16- Max Horkheimer- Theodor W. Adorno. Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanlar II, Çeviren Oğuz Özügül, Kabalcı yayınevi. Ayrıca Bkz. David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çeviren.Sungur Savran,İstanbul 1997, Metis yayınları, s.27
17- Davit Harvey, Postmodernliğin Durumu, çeviren.Sungur Savran,İstanbul 1997, Metis yayınları, s.57
18- Maxime Lefebre, Amerikan Dış Politikası, İletişim yayınları, İstanbul 2005, s.7
19- Bkz. Peter F.Drucker, Yeni Gerçekler, Türkiye İş Bankası yayınları, Ankara 1996, s.19
20- J.W.Murphy, Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri, Paradigma yayınları, İkinci baskı, Türkçesi. Hüsamettin Arslan, İstanbul 2000, s.132
21- Aktaran Maxime Lefebre, Amerikan Dış Politikası, İletişim yayınları, çev. İsmail Yerguz, İstanbul 2005, s.86
22- Atatürk, Söylev ‘Nutuk’, II, T.D.K 1978, s.655
23- Akbar S.Ahmad, Postmodernizm ve İslam, Türkçesi. Osman Ç. Deniztekin, Cep Kitapları, İstanbul 1995, s.21

12 Şubat 2010 Cuma

Bir Amerikalıdan kendi vatanına mektup

10 yıldır İstanbul’da yaşayan Amerikan asıllı Türk vatandaşı Prof. Dr. James (Cem) Ryan ABD Başkanı Obama’ya bir mektup yazdı. Hiçbir satırına dokunmadan yayınlıyoruz…
Sayın Barack H. Obama
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
The White House
1600 Pennyslvania Avenue NW
Washington, DC 20500
USA
Sayın Başkan Obama:
Türkiye’de hüküm süren koşulların acımasız ayrıntılarına derinlemesine değinmeye gerek yok. Bu konu hakkında size geçen yıl iki kez yazmıştım. İsterseniz bu mektupları aşağıda verilen adreslerden tekrar okuyabilirsiniz (1). Siz olmasanız da yönetiminizden birileri mutlaka okumalı; zira laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetinin bekası ciddi bir tehlikededir, demokrasi adına sivil bir darbe ile diz çöktürülmektedir. Yeats bu durumu 1933’lerde derken durumu en iyi şekilde ifade etmiştir:
Yapmayı üstlendikleri her şeyi
Gerçekleştirdiler;
Her şey asılı kaldı
Yaprak ayasında asılı çiy gibi. (2)
Türkiye şu anda tam da bu tehlikeli pozisyondadır; “yaprak üzerinde asılı bir damla çiy gibi.” Ve ONLAR, yıkıcı görevlerini üstün başarıyla yerine getirdiler. ONLAR kim mi Sayın Başkan? Bunu açacağım, ama kısa bir özetten sonra.
Demokrasilerin “olmazsa olmaz” koşulu, bağımsız yargıdır. Türkiye’de demokrasi yoktur. Anayasal güvence altında olması gereken insan hakları, pervasızca ve sınır tanımadan ihlal edilmektedir. Konuşma ve ifade özgürlüğü olmadığı gibi toplanma özgürlüğü de, mahremiyet de yoktur. Yargıçlar ve ordu dahil herkes dinlenmekte, e-mailler izlenmektedir. Yöneticileri yollarını düzeltmekten aciz ülkede, teknolojinin son ürünü, polis devleti dinleme aygıtları yayılmış durumda. Bunlar nereden geldi sayın Başkan? Yoksa bu, Amerika’nın ‘istihbarat paylaşımı’ programının bir ikramı mı? Türk ordusu bile dinleniyor! Ve hükümet tarafından!
Ne kadar ayıp! Bir ulusun güvenliği için ne kadar tehlikeli! Bunun sonucunda aşağılık ve çirkin senaryolar ortaya çıkıyor. Yeats’in saptaması burada da aynen geçerli: “En iyi insanlar inançtan, güvenden yoksun iken en kötüler tutkulu güçle dolular.” (3) Üstelik gösteriye yeltenen herkes dayaktan ya da gazdan nasibini alıyor. Polis –muhtemelen Hitler’in kahverengi gömleklilerinin en iyi karşılığı- Türk ordusunun ve …Türk halkının karşısında, ordu halkın özü çünkü. Bu toprakların üzerine ölüm sessizliği çöktü sayın Başkan. Bu, basit tanımla, İslamofaşizmdir. Orwell’ci egemen güç, yalan söyleyen, aldatan, çalan iktidardaki parti AKP, buna demokrasi adını vermektedir. Türkiye bugün bu durumdadır.
Muhalif yazarlar, tevkif edilmekte ve suçu kanıtlanmaksızın süresiz olarak hapsedilmektedirler. Anayasanın öngördüğü ihzar teskeresi (haksız tutuklamayı yasaklayan yasa) bir şakadan ibaret. Medya, iktidarın uşağı, yalakası durumunda. Anayasanın hükümete tanıdığı tüm yetkiler, kökleri, gövdeleri ve dallarıyla bir tek başbakanın ellerinde. Onu hatırlıyorsunuz değil mi sayın Başkan? Hani geçen ay buluşup ona ‘Türkiye’nin enerji hattı’ olmasını istediğiniz kışkırtıcı mesajınızı vermiştiniz. Bir ‘hat’ ya da ‘kanal’? Gerçek düşünceniz bu mu? Aynı zamanda şunu da unutmayın; aynı başbakan ve yoldaşları olan AKP üyeleri Anayasa Mahkemesi tarafından ‘laiklik karşıtı faaliyetlerin merkezi olarak’ mahkum edilmişlerdi. Çoğu başbakan için bu büyük bir utanç kaynağı olurdu; ama bu başbakan için değil. O, bu konularda deneyim sahibi, önceki benzer suçlarıyla ilgili sayfalar dolusu raporlar var. Metaforik olarak ‘enerji yolu’ olarak tanımladığınız başbakan bu! Ve açıkça, bu başbakanın başka bir hedefi var. ‘Yapmayı düşündüğü her şeyi, gerçekleştirdi’… neredeyse!
Bu arada Türkiye’nin bir de, partiler üstü ve kendi ülkesinin yararına çalışmak için ant içmiş bir cumhurbaşkanı da var. Bu da gülünç; adam aynı ağacın kök ve gövdesinden gelme, egemen parti anlayışı taşıyan, laiklik karşıtı, kadın karşıtı ve gerici noter konumunda. On beş yıl önce 27 Kasım 1995’te The Guardian’a verdiği bir demeçte Türkiye’de laikliğin bittiğini ilan etmiştir. “Bu cumhuriyet döneminin sonudur” ve “Ankara nüfusunu %60’ı gecekondularda yaşıyorsa, laik sistem başarısız olmuştur ve haliyle bunu değiştirmek istiyoruz” (4) demiştir. Bugün aynı kişi –Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı- partisinin milyonlarca dolarlık fonu ile ilgili olarak dolandırıcılık sanığıdır (5). Fakat bu kişi de mahkumiyet dokunulmazıdır. Mark Twain, zamanında Amerika’da içsel kriminal sınıf bulunmadığını söylerken Amerikan Kongresini bunun dışında tutmuştur. Ama Mark Twain, bu günün Türkiye’sini hiç görmemişti.
Üzülerek söylemeliyim sayın Başkan, Amerika bu karanlık fikirli, acımasız yüzlü adamları iktidara getirirken suça ortaklık etmiştir. Ve bunu yaparken ülkemiz, Türk halkının büyük çoğunluğuna ölümcül kötülükte bulunmuştur. Ancak ülkemiz, İran halkına, Şili halkına ve aslında tüm Güney Amerika halklarına, Vietnamlılara, Kamboçyalılara, Filistin ve Irak halkına, Afro-Amerikan ve Amerika’nın yerlilerine karşı da öyle yapmıştır. Ülkemiz “ölümcül” kötülük konusunda uzmanlaşmıştır. Ama bu değişebilir sayın Başkan. Kampanyanızı “değişim” temeline oturttunuz ve hepimize sizinle çalışmak için cesaret verdiniz. Ve ben de sizinle çalışıyorum, sayın başkan. Kitabınızda Amerika’yı, “hayatları yaşandığı şekliyle” yansıtacak “farklı bir siyaset”noktasına getireceğinize işaret ettiniz (6). Atatürk’ün laik demokratik mirasının sahipleri baskıcı bir kukla hükümetin ahmak köleleri olarak mı yaşasın? Anayasal hakları kriminal çete tarafından sürekli engellenecek mi? Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulan ve desteklenen bir hükümetin varlığı, kendine “demokratik” diyen her ülkeye utanç verir.
Sayın Başkan, geçen yıl Türkiye’ye geldiniz ve Atatürk’ten hararetle söz ettiniz. Ve şimdi düşmanlarına karşı hoşgörülü ve cesaret vericisiniz. Ne oldu? Sayın Başkan, desteğinizi Atatürk ve Laik Cumhuriyet düşmanlarından çekin. Bana göre onlar, Türkiye’yi ‘ılımlı İslam ülkesi’ yapmayı planlayan Bush’un aptal anlayışının kalıntısı olan iflas etmiş bir anlayışın, cahil, tatsız, sığ kuklalarından ibaretler. ‘Ilımlı İslam’ da esasen ılımlı hamilelik, ya da ılımlı aptallık gibi bir şey, bir saçmalıktan ibaret.
İnanın bana sayın Başkan, ülkemin sergilediği tavır üzerine endişelerimi ifade etme hakkım olduğu için mutluyum. Bunun Türk halkı için sonuçları önemlidir. Sizin iktidara gelmeniz dünyaya barışın, akıllı ve şeffaf liderliğin geleceği konusunda büyük ümitler uyandırmıştı. Parıldayan yıldızınız, en utanç verici ve çıkarılması mümkün olmayan lekelerle kararmaya başladı. Türkiye’deki utanç verici ahlaksızlık Amerika’nın adına nasıl leke sürer?
Tarihin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan demokratik laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, Amerika’nın isteği doğrultusunda iktidara gelen rezil kriminal öğeler tarafından tahrip edildiğini yazacağından endişe duyuyorum. Türkiye’yi bir laik cumhuriyeti yok etme pahasına, bir “enerji hattı,” bir petrol borusu yapmak? Amerika’nın aklındaki bu mu sayın Başkan? ‘Kanalizasyon borusu’ tanımı daha uygun olur galiba.
Sayın Başkan, beni görevim, bu trajediye ortak olmak değil, haykırmaktır. Adalet ve namus adına yürütülen en büyük haksızlık Ergenekon adı verilen bir saçmalık olarak sürüyor. Masum insanlar hapishanelerde ölüyor. Başka bir çoğu da hücrelerinde ömür çürütmekte. Şimdi, Amerika’nın imajı, olumsuz yönde ve onarılmaz biçimde hasar görmektedir. Tehlike açık. Tehlike ortada. Normal gazetecilik kanalları bu ülkede çalışmıyor. Normal adalet yolları da aynı akibete uğradı. İnsanların çoğu bağırmaya yeltendi, ben de öyle. Ve sonunda, rezaletin daha az olmadığı bir dönemde Emile Zola’nın başkanına yazdığı gibi ben de size yazdım sayın Başkan.
“Ve gerçeği, dürüst bir insanın nefreti ile haykırıyorum”- “Et c’est à vous, monsieur le Président, que je la crierai, cette vérité, de toute la force de ma révolte d’honnête homme” (7).
Size geçtiğimiz yılda söylediklerim, yalın ve dehşet verici gerçeklerdir. Türkiye’nin bugünkü zor koşullara geleceği görünüyordu. Daha önce de belirttiğim gibi dinsel bağnazlık ve fanatizm, Atatürk’ün gelişiyle yok olmadı. Size geçen yıl gönderdiğim, Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Nutuk’unu okuduysanız bunu kolayca görmüş olacaktınız. Bu karanlık fikirli insanların nereden geldiğini de anlayacaktınız. Türkiye’de ortaya çıkan bu tahrip edici iç unsurlara karşı gücünüzün olmadığı gerçeğini fark ettim sayın Başkan. Farkındasınız belki! Her zaman olduğu gibi, CIA’nın ne dereceye kadar bu işin içinde olduğunun da…. Dışişleri Bakanının (ve sekreteri, CIA kariyeri olan Robert Gates) dahil olduğunun da…. Dışişleri Bakanlığının, elçilikler, konsolosluklar ve CIA ajanları vasıtasıyla ne derecede işin içinde olduğunun da. Ama farkında olup olmamanız benim işim değil. Türkiye’de bugünkü durumun ciddiyeti, suçlu aramak ya da işaret etmenin çok daha ötesinde. Bir şeyler yapılmalı sayın Başkan. Zola, “yer altına gömülen gerçek, gelişerek öyle bir güce erişir ki, patladığında kendisiyle birlikte her şeyi yıkar” diye yazmıştır. Türkiye’de şu an öyle bir durumdayız. Ulus bir facia ile karşı karşıyadır. Umarım, mektuplarım gerçeğin mecrasında olduğunu ve hiçbir şeyin bunu durduramayacağını göstermiştir. "La vérité est en marche et rien ne l’arrêtera." (8).
Ama bu mektup çok uzun sayın Başkan ve sona ermesi gerekiyor. 13 Ocak 1898’de Alfred Dreyfus ve Fransa savunmasına gelen Zola’nın söylediklerine kulak ver. Sanki Türkiye’nin bu gününü tarif ediyor:
Ulusal savunmanın hangi ellerde bulunduğunu, yurdun yazgısının kararlaştırıldığı bu kutsal sığınağın nasıl aşağılık bir entrika, dedikodu ve hırsızlık yuvası olduğunu bildiklerinden, olası bir savaş karşısında endişe içinde titreyen öyle çok insan tanıyorum ki! Dreyfus olayının, talihsiz bir insanın, bir ‘pis Yahudi’nin kurban edilişinin, bu kuruma tuttuğu korkunç ışık karşısında dehşete düşüyor insan. Ah! Birkaç rütbelinin, devletin güvenliğini saygısızca bahane ederek, çizmeleriyle ulusun üstüne basarak gerçek ve adalet çığlığını gırtlağına tıkamaları, bütün bu çılgınlıklar ve saçmalıklar, çılgınca düşlemler, yoz polis uygulamaları, engizisyon ve zorba uygulamalar! Sırtını ahlaksız basına dayamak, Paris’in tüm ipsizlerince savunulmaya boyun eğmek de bir suç; işte ipsizlar takımı, hukukun ve yalın gerçeğin bozgunu içinde, hayasızca utkuya ulaşıyor. O tüm dünya önünde yanlışı zorla benimsetmek gibi düşüncesizce bir komplo tezgahlarken, kendisini dürüst ve özgür ulusların başında yiğit bir ordu olarak görmek isteyenleri Fransa’yı bulandırmakla suçlamış olmak da suç. Kamuoyunu saptırmak, yoldan çıkarılmış olan kamuoyunu onu sabuklamaya götürecek ölçüde bir ölüm görevinde kullanmak da bir suç. İçinden atamaması durumunda insan haklarının savunucusu büyük ve özgürlükçü Fransa’nın ölmesine yol açacak iğrenç Yahudi düşmanlığının arkasına sığınarak küçükleri ve alçakgönüllüleri zehirlemek, tutuculuk ve hoşgörüsüzlük tutkularını azdırmak da bir suç. Kin yolunda yurttaşlığı sömürmek de bir suç; son olarak, tüm bilim gerçek ve adalet çağını oluşturma yolunda iş başındayken, kalıcı çağdaş tanrı yapmak da bir suçtur. (9),(10)
Sayın Başkan, yazdıklarım yalın gerçeklerdir ve dehşet vericidir…..hem Türkiye , hem de Amerika için. Gerçek ve adaletin kaçınılmaz patlamasını çabuklaştırmasını dilerim.
En derin saygılarımla, Sayın Başkan.
James (Cem) Ryan, Ph.D.
İstanbul, Türkiye

NOTLAR:
1. LETTER TO PRESIDENT OBAMA: Turkey in an Arena of Trials 20 January

9 Şubat 2010 Salı

Gün akşamludur devletlum

Bu sözleri şimdide tekel işçileri söylüyor. Çağımızın modern insanları...
Dirençleri kişiliğimizi kökleştiriyor, güçlendiriyor. Yüreğimizdeki közü şişleyerek yanlarına çağırıyorlar. Duygularımız canlanıyor. Milletleşiyoruz. Selam olsun can verenlere...
Onlara bir selam da Yatağan gönderiyor. Bize de... Kıran da olsa kırıl düş fakat eğilme sakın' diyerek. Kamu çıkarının nerede olduğunu anlıyoruz. Selam olsun eğilmez başlara, dönmez yüzlere. Bin selam.

7 Şubat 2010 Pazar

Modern nedir? Modern insan kimdir?

Modern sözcüğünün ortaya çıkış biçimine bakıp değerlendirerek genel bir modern tanımına ulaşabiliriz. Modern sözcüğü Latince “modernus” biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda resmen Hıristiyan olan o dönemi Romalı ve pagan geçmişten ayırmak için kullanılmış.[1] Latince kırda yaşayan insanı ifade eden “paganus” sözcüğü ise, bağımlılık ilişkilerine ön gelen bir kültürü ifade etmesi dolayısıyla başlangıçta kentlerde tutunan Hıristiyanlığa karşıt bir konumu ifade ediyor.
Paganlık bir din değil, büyüsel, çok inançlı bir sistemdir ve bu biçimiyle göreli soyut bir tanrıyı öngören Hıristiyanlıktan ayrılır. Dolayısıyla çok inançlılık, büyüsellik başlı başına kan bağına dayalı boy(kabile) topluluklarına aittir. Öyleyse modernus yani modern sözcüğü, kan bağına dayalı çok inançlı toplulukların gelişmeyi önleyen ilişkilerinin bir dirlik ve düzenlik sistemiyle(devlet) aşılmasını tanımlıyor.
Aşmak aynı zamanda yeniden oluşturmak, kurmak, her alanda köklü bir dönüşümün gerçekleştirilmesiyle üretici güçlere soluk aldırmak anlamını taşıyor. Açıkçası üretici güçlere soluk aldırarak, onların önünü açarak üretimi artırmak… Üretici güçleri geliştirmek… Biz moderni tarihte izlediğimizde de onu oluşturanların, kurucuların bu gelişmeyle övünç duyduklarını görüyoruz.
Buna göre ününü daha çok kanunlarından sağlasa da modernliğe yönelen ilk adımları atanlardan MÖ.1700’lerde devlet kuran Hammurabi’, çivi yazılı mektuplarında şöyle belirtiyor: “Sümer ve Akad bölgelerinin dağınık insanlarını topladım. Birlik ve düzeni getirdim, otlak ve sulama imkânları sağlayarak halkı refaha ve bolluğa kavuşturdum. Bölgede barış içinde yaşanan bir ortam yarattım.”[2] İşte aynen böyle… Görüldüğü gibi modern, halkı refaha ve bolluğa, bütünlüğe ve barışa ulaştırıyor. Üretimi düzenliyor, üretici güçlere soluk aldırıyor. Bolluk ve refahı getiriyor.
Büyük Hun hükümdarı Mao Tun(Mete) Hammurabi’den gerimi kalır. O da Çin imparatoruna yazdığı mektuplarında eli silah tutan Orta Asyalıların sulh ve sükunet içinde olduklarını ve bunun kendisi için kâfi bir saadet olduğunu belirtiyor.[3] Yani kabileler arasındaki yağma savaşlarına son verilmiş ve töre(yasa) işin içine girmiş. Devletin tohumu toprağa düşmüş. Demek ki modernlik yukarıdaki üç örnek için de belirtilebileceği gibi kabileden devlete sıçrayışla birlikte ortaya çıkıyor. Yani devletin demir pençeli eliyle.
Tanrı gibi tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan’ımız ise şöyle diyor:
“İnsanoğullarının üzerinde (de) atalarım dedelerim Bumin Hakan, İştemi Hakan (hükümdar olarak) tahta oturmuş. Tahta oturarak, Türk halkının devletini (ve) yasalarını yönetivermiş (ve) düzenleyivermişler.”[4]
“(....)Babam hakan, amcam hakan tahta oturduklarında dört bucaktaki halkları(bodunu)[5] defalarca tanzim etmiş, defalarca düzene sokmuşlar. (...)Ben de... dört bucaktaki halkları(tabi) kıldım. Başlılara baş eğdirdim, dizlilere diz çöktürdüm.”[6]
Görülüyor ki zenginlik barış düzenini zorunlu kılmış, barış düzeni zenginliği geliştirmiş. Devlet, ordusuyla birlikte özel mülkiyeti, bağımlılık ilişkilerini geliştiren, ticareti düzenleyen, denetleyen bir rolle ortaya çıkmış. Bilge Hakan’a da ancak kervanlar göndererek devlet olunabileceği kültürünü benimsetmek kalmış.[7] Demek ki zenginlik devletle, devlet zenginlikle birlikte var olabiliyor. Deyim yerindeyse devletçilik, uygarlığın motoru oluyor. Buna göre oluşan topluluğun ya bağımlılık ilişkilerini düzenleyen devleti olacak, ticareti örgütleyecek, katılarak geliştirecek ya da topluluk boylar olarak diğer ticaret uygarlıkları içine çekilip içyapıları bozularak özümlenip, tarihten silinecektir. Tıpkı milli devletler çağındaki gibi ‘ya devlet ya ölüm’ gibi bir şey…
“Kuşkusuz devlet, birbirlerine daha sıkı bağlanmış, doğayı fethetme, yani denetim altına alma ve düşmanlara karşı kendilerini koruma yetenekleri daha yüksek olan bir insan kitlesini temsil ettiği için çok daha yüksek bir türdür.”[8] Topluluğunu kabile sisteminden devletin ‘demir pençeli çağına’ sıçratarak, kültürüyle birlikte üretimi, ticareti, düzene ve disipline sokup, yasalara bağladığına göre Hz. Muhammed’de aynı kanıdadır. Öncü tutumuyla büyük bir ortaçağ uygarlığı yaratması da onun modernliğini yansıtıyor.
Modernliğin örneklerimizden görüldüğü gibi belli bir coğrafyaya bağlı olmadığı da anlaşılıyor. Yani belli dönemlerde belli coğrafyalar modernliğin temsilcileri olarak öne çıkabiliyor. Fakat şu kesindir ki modernliğin yaşandığı coğrafyalarda üretici güçler her alanda bir yükselişi yaşıyorlar. Arasız devrimlerle kendilerini geliştirebildikleri ölçüde de modern olarak nitelendirilmeyi hak ediyorlar.
Öyleyse buradan, oluş ve yükseliş döneminde üretici güçlerini geliştiren bir sistemin, daha sonra tıkanarak çaresizce bir ölüme yatma evresine geçebileceği de anlaşılabilir. Yani ekonomik sistemler de kendi içinde evrelenebilir. Modernlik taşlaşabilir. Öyle ki modern artık bir kabuk hatta bir yük haline gelebilir. Uygarlık merkezleri değişebilir. Boş yere günümüzde özel çıkar sistemindeki bu çürümüşlüğün üzerini örtmeye çalışan kültüre göz bağcılığıyla postmodern(modern ötesi) demiyorlar. Geçerken gericiliğin merkezini oluşturan sistemlerin kendilerini ancak böyle, yani ikiyüzlülükle haklılaştırabildiklerini de belirtelim.
Gördük ki üretici güçlerine açıkça yıkımı dayatan bir sistemi modern olarak tanımlayamayız. Artık dağılma ve çözünme evresi yaşanan emperyalist sistem kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın ancak kendi aklını bağlar. En azından bu toprakların Hoca Nasreddin’lerinin, Keloğlan’larının aklını değil…
Çünkü onlar üretici güçlerinin gelişmesinin engellendiğini yaşayarak görüyorlar. Üstelik soruyorlar: Hangi modern tanımına uyan bir toplumsal sistem, insanını yıkıma uğratıyor, intiharlara, tımarhanelere ya da hapishanelere yolluyor? Ya da raflarından insanlarına uyuşturucu veren dükkanlar açıyor. Kendi çocuklarını dahi bir cinsel nesne olarak değerlendiriyor. Onları etkin değil edilgin, kararsız bir sürü haline getirip aptallaştırıyor, dinginliğe mahkum ediyor.
Oysa modern insan edilgin değil, etkin, bağımsız karar sahibi insandır. İdeolojik bir yönelişle toplumun temel sorununu çözme pratiğine giren insandır. Fransızlar boş yere ilk anayasalarının üzerine(1791Anayasası) “insan derisiyle kaplanmıştır” cümlesini yazmamışlardır. [9] Modern insan gerektiğinde bedel ödeyecek cesarette olmalıdır.
Mustafa Kemal de böyle düşünmüş olacak ki bağımsızlık için ölümü göze alarak Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geldiğini belirtmiştir.[10] İşte modern insan budur. Bekleyen değil bilinçle oluşturan…
























































[1] Hans Robert Jauss’tan aktaran J. Habermas, Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje, Postmodernizm, Jameson, Lyotard, Habermas, Zeka, 2. Baskı, derleyen ve sunan Necmi Zeka, Türkçeleştirenler: Gülengül Naliş, Durmuş Sabuncuoğlu, Deniz Erksan, Kıyı yayınları, İstanbul 1994, s.31
[2] E.Royson Pıke, Ronald Seth…, Dünyayı Değiştiren 100 Büyük Olay, Hammurabi Kanunları, Türkçesi:F. Gülen, Ömür Arıt, Milliyet Yayınları, Aralık 1970, s.24
[3] De Groot, Die Hunnen, s.74’den aktaran Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Türk Tarih Kurumu, İkinci baskı, Ankara 1984, s.75
[4] Talat Tekin, Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu yayınları, Ankara 1988, s.37
[5]İtalik bizim
[6] A.g.e, Bilge Kağan Yazıtı, s.33.
[7] A.g.e, s.31
[8] F. Openheimer, Devlet, Kaynak yayınları, Ankara 1984, Çev. Alaeddin Şenel- Yavuz Sabuncu, s.90
[9] T. Z. Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, s.9
[10] Kemal Atatürk, Nutuk c.I, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1963 s.14