KIRAN DA OLSA KIRIL DÜŞ FAKAT EĞİLME SAKIN

26 Şubat 2010 Cuma

Kısa Bir Asrı Saadet döneminin postmodernleştirilmesi eleştirisi

     Günümüzde ne yazık ki İslam tarihi bile haçlı emperyalizmi tarafından yeniden yorumlanarak bize bildiriliyor.
     Bunu çok açık olarak Hz. Muhammed’in Medine’de, hicretin birinci yılında gerçekleştirdiği yapının bize kadar gelen belgesinin yorumlanışında1 görüyoruz.
     Öncelikle adlandırıldığı biçimiyle vesika, Alman oryantalist Welhausen tarafından tekellerin hakimiyetinin artık dünya çapında yerleştiği söylenebilecek 1899 tarihinde bilim çevrelerine tanıtılıyor. Bu konuda Grımme, İtalyan tarihçi Caetani, Buhl, Wensick, Korehl, Ranke, Muller, ve Guillaume gibi yazar ve araştırıcılarında dikkatleri çekiliyor.2 Welhausen ve Hamidullah ise belge üzerinde çalışarak onu maddeleştiriyorlar.3
     Caetani ve W. Montgomary Watt belgenin tarihi değeri konusunda bir sorun olmadığını belirtseler de belli bir açıdan çekincesi olanlar da var. Örneğin Arap yazarlarından Prof. Yusuf Aş bunlardandır.4 Yusuf Aş vesikanın hadis ve fıkıh kaynaklarında tam metin olarak bulunmadığını belirtiyor.
      Belgenin ilk kaydı hadis usulünde geçerli “isnad”* yöntemini kullanmayan Muhammed İbn İshak’ta (ölm. H.151) bulunuyor. Yine Beyhaki vesikanın 1-23 maddelerini içeren Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümün isnadını vermiştir.5 Enes bin Malik’de peygamberin kendi evinde Kureyş ile Ensar arasında bir tehalüf* yaptığını belirtmiştir.6
      Vesikanın tarihi değeri konusundaki çekincenin onun yorumunun gerisinde kaldığı söylenebilir.
      Vesikaya tarihsel olarak baktığımızda onun içeriğine yakın yönelişlerin ön adımlarını daha Hz. Muhammed’in Mekke döneminde oluşturulan kabile konfederasyonundan devlete geçiş sürecini anlamlandıran Hilf-ul Fudül kurumunda görüyoruz.
   M. Hamidullah’ın bir nevi “bahadırlık teşkilatı” olarak nitelendirdiği ve Hz. Muhammed’in de yer aldığı bu kurum(Hilf-ul Fudul) mensupları bir yabancıda olsa zulme uğrayan kimsenin yardımına koşacaklarına dair yemin ediyorlardı.7 Açıkçası bir barış ortamı oluşturmak istiyorlardı. Tarihi kaynaklar dışarıdan getirilen ticari mallardan alınan gümrük vergilerinden de bahsetmektedir.8 Bunun ticaret yollarına egemen olma çabasını da içereceği açıktır. Bir merkez olarak kabile konfederasyonunun bu kurumunun kabilelerin üzerinde bir otorite oluşturduğu söylenebilir. Harp sancağı muhafızlığı ve askeri kumandanlık işleri de başkanlık vazifesine sıkı sıkıya bağlı işlerdendir.9 Önemli olsa gerektir Kureyş adının bile devleti öngörürcesine teftiş, yoklama anlamına geldiği belirtiliyor.10 Öyleyse bu kurumun devletin çekirdeğini oluşturduğu söylenebilir. Hatta Hamidullah’ın Lumens’ten aktardığına göre Mekke Kureyş’lilerinin kervanlarını korumak ve aynı zamanda harp vukuunda halktan ayrı bir kamu gücünü ifade eden zenci askerlerden müteşekkil ücretli ve devamlı ordu teşkilatının varlığına11 bakarsak devletleşmenin ileri bir aşamasının yaşandığı ifade edilebilir.
    Medine’de ise bu devletleşme iyice olgunlaşmaya başlar. Bunu aşağıda Medine Vesikasına da yansıdığı biçimiyle göreceğiz.
     Vesikanın tarihin gelişme yönü doğrultusunda kabile toplumunu aşan niteliğini onun ikinci maddesinde çok açık olarak görüyoruz. Burada, anlaşmayı yapan insanların kan bağına dayalı bir topluluk olmalarının dışında bir ümmet oluşturduğu ifade edilir. Açıkçası kabile yasalarının yeni oluşan topluluğun çıkarları söz konusu olduğunda geçerli olmaktan çıktığı belirtilir. Yani bir üst toplaştırmadan söz edilir. Öyleyse bu toplaştırmaya bağlı olarak vesika, Arap toplumunun devlete, yani uygarlığa sıçramasını yansıtan bir içeriğe sahiptir. Öyle ki Arap ve Yahudi kabileleri hem kendi aralarında hem de birbirleriyle karışmaktadır. Yaşanan bir olgunun yasasıdır bu… Kan bağının çözülmesiyle, geçerli olan kabile gelenekleri artık yerini doğal olarak ümmet hukukuna bırakıyor. Bununda yeni üretim ilişkilerini yaşayan topluluk tarafından sınırlandırılmış, korunmuş bir alan ortaya çıkaracağı çok açık.
      Yine vesikadaki on üçüncü madde, haksızlık ve karışıklık çıkaran kimseye karşı suçlunun akrabalarının merkezi iktidarla birlikte tutum almak zorunda kalması da kan bağının çözülüşünü ve toplaşmayı yansıtır. Artık kabileler arası savaşlara da yol açan suçta tüm kabile üyelerinin sorumluluğu kaldırılmış, suçun bireyselliğiyle tabir yerindeyse ‘türdeş’ toplum ve buna ait tek bir hukuk, kabile toplumunun geleneklerine göre büyük bir ileriliği temsil eden tek Allah’lı ‘ümmet’ hukuku geçerli kılınmıştır. Burada görüyoruz ki Hz. Muhammed günümüz postmodern İslamcılarının düşündüğü gibi demokrasicilik oyunuyla ayrıştırıcı olarak ortaya çıkmıyor tam tersine her devrimci gibi bir merkezci olarak topluluğunu birleştiriyor.
     ‘Ümmet’ sözcüğünün Sümerceden gelmesi ve İbranilerde umma’nın halk anlamını ifade etmesi de aslında kabileler arasındaki bu türdeşleşmeyi çok güzel yansıtır.12  Daha doğrusu gelişen aristokrasinin dışındaki tebayı, tabilik ilişkilerini. 
      Ümmet, ilk doğduğu, ya da daha doğrusu oluşturulmaya çalışıldığı dönemde, kan bağına dayalı kabile topluluklarının gelişen özel mülkiyete bağlı olarak çözülen kültürünü düzenleyen ve toplaştıran rolüyle büyük bir ileriliği temsil etmekteydi. O, ortaya çıktığı coğrafyadaki özümleyiciliği ve kapsayıcılığıyla deyim yerindeyse kabileleri halklaştıran bir kültürü tanımlıyor. Öyleyse sözcüğün kazandığı anlama bakılırsa ümmet, fiilen devlet tarafından oluşturuluyor yani bir devrimle maddi hale geliyor.
       Yine ümmete benzer biçimde millet kavramı da toplumun doğal gelişmesinin yönünde bir devrimle ortaçağın etnik ve dini yapılarının sözcük yerindeyse türdeşleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
       Bu nokta aynı zamanda İslamcı aydınlarımızdaki tutuculuğun ve gericiliğin sınandığı yerdir. Bu türdeşleşmelere, ‘bir kazanda erimelere’, milleti oluşturan modern devlete ne yazık ki itirazı olan aydınlardan A. Bulaç’a göre modern devlet, çok sayıda farklı kimliği, dini, etnik ve kültürel gurubu bir arada yaşatma çabasında acze düşüyor.13 Halbuki Ortaçağın geleneksel cemaat yapıları iyi kötü fakat fiilen çoğulcudur.14 O aslında böylece, Hz. Muhammed’in kan bağına dayalı kabile ilişkilerini kırarak ümmet ilişkilerini geliştiren büyük uygarlık devrimini de anlamadığını göstermiş oluyor. Oysaki biz onun zenginlik olarak nitelendirdiği dini ve etnik yapıların, Medine vesikasında Hz. Muhammed’in elinde dönüşerek tek bir yasa etrafında büyüyen ve gelişen bir ümmet toplumu oluşturmaya yöneldiğini gördük. Hatta kurulan devletle birlikte bu topluluk ivme kazanarak din bağıyla bağlanmış müminler olarak giderek daha da birbirine benzetilmişti. Bulaç’ın millet için deyişine benzer biçimde ümmet de kabile ilişkileri ve inançları için bir kazan görevi görmüştür.
        Medine Vesikasının batılı uzmanlarından olan W. Montgomery Watt bunun farkına varmış olacak ki ümmetin yaygın bir şekilde kullanılmış olmadığını, kesinlikle ve daima etnik, dini topluluklar için kullanıldığını belirtiyor.15 Böylece o da ümmeti tarihsel niteliğinden ayırarak emperyalist çıkarlar yönünde kullanılabilecek bir kavram haline getiriyor. Yani tarihi postmodern okuyarak kabileden devlete sıçrayan toplumun gelişme yönünü bilinçle çarpıtıyor. Buradan da İslamcı aydınlara ders çıkarmaları gereken mesajı ulaştırmış oluyor. Bilincinde oluşturduğu ayrıştırmayı gelişme olarak tekrar diriltmeye çalıştığı kabile ilişkilerine yamıyor. Yani tarihe çalım atıyor. Oysa Hz Muhammed’in Medine’ye gelişiyle birlikte Muhacirlerle Ensar arasında ümmetin oluşması ve gelişmesi yönünde bir ‘kardeşleşme’ yaşanmış ve Yahudi kabile başkanlarıyla da bir araya gelinerek ortak bir yasa biçimlendirilmişti. Bulaç’da mal bulmuş Mağribi gibi bu yönelişi anlamak istediği biçimde ‘zamanımızın da önemli hususiyetlerinden biri’ olduğunu belirttiği bir ‘diyaloga’ indirgiyor ve bu tutumun günümüz için herkesi farklı hukuk temelinde ayrıştıran postodernizmin “neysen osun” ya da “öteki” ilkesine uygun olduğunu bildiriyor.16 Yani o böylece bugünün neoliberal, postmodern kültüründe de karşılıkları bulunan hukukun üstünlüğü! demokrasi! ve insan hakları! temelinde bir birlik çağrısını da gerçekleştirmiş oluyor. Bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor. Günümüze verilen mesaj ise açık. Vatanda ayrılık, Haçlıyla birlik.
        Vesikaya dönersek yine kabile geleneklerinin gerektirdiği ‘bir yaralamanın öcünü almak yasaklanmayacaktır’17 maddesi her ne kadar bunun izni Hz. Muhammed’e verilmiş gözükse de günümüze mesaj açısından düşünüldüğünde toplulukların kendi hukuklarını yaşama talepleriyle örtüşen bir maddedir. Maddeleştirilmesinde iyi niyetle çalışıldığını kabul etmek istediğimiz, kabile geleneklerine verilen bir taviz olarak da düşünülebileceğimiz bu madde bugün için dersler çıkarabileceğimiz milli devletin çözülmesine katkı yaptıran açılımıyla ve Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmelerine benzerliğiyle de bir anlam taşıyor. Aslında ilginç olan da burası…
       Burada Bulaç’ın Medine vesikasını evrensel birlikte yaşama projesi olarak nitelemesi de18 dikkat çekiyor. Doğal ki bu onun postmodern çerçeve içinde değerlendirilmesini gerektiren görüşüdür. Ortaçağ toplumlarının çoğulculuğuna! gönderme yaparak kurumlarını ve ilişkilerini modern devlete karşı destekleyenler milli devletle ve milli piyasayla sorunu, davası olanlardır. Zaten o da bunu açıkça belirtiyor.19 Milletle, milli piyasayla davası olanların ise aslında o piyasaya üretim yapan köylüyle, marabayla, sanayici ve işçisiyle davası vardır. Çünkü korunmayan piyasaların yıkımından etkilenenler eğer milli piyasayı uzaydan gelenler oluşturmuyorsa bunlardır. Burada milli piyasanın, milli devletin düzleştirilmesine katkı yapıldığı açıktır.
       Ali Bulaç’ın ortaçağlı olan çoğulculuğu görülüyor ki etnik ve dini yapılara dönük olarak emperyalist kültürün talepleriyle örtüşüyor. Ona göre çoğulculuk modern devlete ait bir kavram değildir ve asıl çoğulculuk ancak kendi kimliklerini kendileri tanımlayan birey ve gurupların din ve hukuk seçme hakkına sahip olmasıyla gerçekleşebilir.20  Böyle devrimci bir tasarı ise ancak hukukun tekil niteliğine son vermekten geçer.21 Bunun ise, aslında ortaçağ toplumunun bile gerisine düşüşü savunmakla eşdeğer olduğu çok açık.
      Bulaç devam ediyor: Medine Vesikası bağlamında din ve hukuk seçip, seçimlerini deklare edenler birer hukuk topluluğudur ve bu topluluklar siyasal birliğin teşekkülünü tespit etmek üzere taraf kabul edilirler.22 Dikkat ediniz siyasal birliğin teşekkülünü… Zaten Hz. Muhammed de vesikadaki çoklu hukuku gözeten “Hakem” rolündedir. Yukarıda Hz. Peygamberimizin tutumunu gördük, artık diyeceğimiz bir şey yok. Yine o, bir arada ve yan yana yaşamak zorunda bulunan hukuk toplulukları arasında karşılıklı çıkar ilişkilerini, ortak ve bölünemez hizmetleri yürütmek için kurulacak meclislerin yerel, kentsel ve genel olabileceklerini belirtiyor.23 Ve öyle ki bu meclisler, ortak çıkarın(milletin) elindeki kaynakları kendi çıkarları için yönlendirebilirler.24  Görüyorsunuz Bulaç burada 2003 yılında çıkarılan İkiz Yasaları savunuyor. İkiz yasalarda bölgelerin kendi ekonomik kaynaklarını kendi yararlarına kullanma hakkını tanıyordu.
       Demek ki Bulaç etnik, dini her türlü çoğulculuğu özlerken aslında günümüzde Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika (ve Asya) Projesinin gerçekleşmesine katkı yapmış oluyor.
       Belirtelim ki efendi ABD daha II. Dünya Savaşı sona ermeden etnik ve dini yapıları, çoğulculuk ve özgürlük temelinde esas kültürel politikasının merkezine oturtmuş, 1949’da da silahlı yaptırım gücü olarak Kuzey Atlantik İttifakı’nı (NATO) kurmuştu. C.L.Straus kültürlerin çoğulluğunu ilk kez 1951 yılında Unesco tarafından verilen siparişle çalıştığı belirtiyor.25 S.Huntington da 1950’ler ve 1960’larda ABD’de entelektüeller ve politikacıların azınlık kültürlerine söz hakkını, çok kültürcülüğü teşvik etmeye başladıklarını belirtiyor.26 Rastlantı bu ki Hamidullah da 1952’ de sözleşmeli personel olarak yurdumuzda ders vermeye başlamıştı.
        Bir kez daha aydınlar açısından postmodernizmin farklılık ve öteki adı altında etnik ve dini yapıların kültürünü besleyip öne çıkarmasının nedeni düşünülmelidir.
       Postmodern İslamcılar ABD’nin etnik ve dini yapıları uyaran kültürel politikalarını savunarak hangi özgür iradeye katkı yapmış olacaklardır.
        Her emperyalist talebin aslında bir çaresizliğin, zavallılığın ifadesi olduğu anlaşılmıyor mu? Bu taleplerle vatanımızın ve milletimizin nereye itildiğini her halde karanlık olduğu için göremiyoruz?



1-Muhammad Hamidullah, İslam Peygamberi, Türkçesi: M. Sait Mutlu, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1967, s.122
2-Yeni Ümit, Dini İlimler ve Kültür Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s.68, Ali Bulaç, Medine Vesikası
3-Yeni Ümit, Dini İlimler ve Kültür Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s.68, Ali Bulaç, Medine Vesikası
4-A.g.y
5-El Beyhaki, es- Sünenül-Kübra, Haydarabad,1334 VIII. 106 (Kitabu’d Diyat blm.) aktaran Ali Bulaç, agy s.68
6-Buhari’den aktaran Ahmet Ağırakça, Medine Vesikasının Değeri, Haksöz dergisi, sayı 23- şubat 93
7-Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 2.cilt, çev.Salih Tuğ, İstanbul 1993, s.845
8-A.g.y
*İsnad - peygamber sözü olan hadislerin sırasıyla kimler tarafından söylenegeldiğini bildirme.
*Tehalüf – hakimin iki tarafa da yemin verdirmesi.
9-İbn-ül Kelbi’den aktaran Muhammed Hamidullah, a.g.y s.848
10-Taberi, Milletler ve Hükümdarlar tarihi II, çev: Zakir Kadiri Ugan, Ahmet Temir, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1966, s.43
11-A.g.y, s.863
12-Bkz. Arthur Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, Baroda, 1938; Jozef Harovitz, Koranische Untersuchungen, 1926, s.52’den aktaran W.Montgomary Watt, İslam’da Siyasal Düşüncenin Oluşumu, çeviren.Ulvi Murat Kılavuz, Birey yayıncılık, İstanbul 2001, S.27
13-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.146
14-Agy, s.206
15-W. Montgomary Watt, s. 27
16-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.138
17-Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çeviren Salih Tuğ, beşinci baskı, İrfan yayınları, İstanbul 1993, s.209/36
18-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.250
19-Agy, sf.10
20-Agy, sf.231
21-Agy, sf.232
22-Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul 1998, sf.228
23-A.g.y. sf.136
24-A.g.y. sf.137
25-C.L. Strauss, Mit ve Anlam, Alan yayıncılık, Türkçesi:Şen Süer- Selahattin Erkanlı, İstanbul 1986, s.64
26-S.P.Huntington, Medeniyetler çatışması, Murat Yılmaz, Vadi yayınları, yedinci basım, Ankara 2002, s.77









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder